Sayfalar

7 Eylül 2011 Çarşamba

Milli Heyecan!

 
Arda Turan'ı Burak Yılmaz teselli ediyor

Ardımızda kalan Eylül'ün ilk haftası, son yıllarda hatırladığım en heyecanlı milli maç haftalarından biriydi. Önce basketbolda grup maçlarına hızlı bir giriş yaptık ve A Grubu'nun zayıf ekiplerini sırayla dize getirdik. Bu maçlardaki oyuncularımızın hırsı ve mücadelesi Avrupa Şampiyonası'nı ne kadar çok istediklerini bizlere gösterdi.

Ardından, Avrupa Şampiyonası 2012 elemelerinde A Milli futbol takımımız grup sonuncusu olma yönünde 'en iddialı' takım olan Kazakistan'ı uzatmalarda bulduğumuz 'şans golü' ile yendi. Bu maç ile de futbol takımımızın Avrupa Futbol Şampiyonası yolunda ne kadar 'iddialı' olduğunu görmüş olduk.

Hatırladığım en heyecanlı haftalardan biri derken sahadaki oyunun kalitesinden bahsetmedim dikkat ederseniz. Ne yazık ki heyecanlı olduğu kadar aynı zamanda üst düzey de olan bir maç izlediğimi söyleyemeyeceğim. 12 Dev Adam'ın son grup maçında İspanya'yı alt ettiği müsabakayı belki bu listenin dışında tutabiliriz. Ancak bu noktada Türkiye'ye karşı maç kadrosunda olmayan Pau Gasol'ü de unutmayalım. Lakers'lı oyuncunun varlığı tek başına İspanya'yı bu turnuvanın en iddialı takımı yapıyor.

Genel olarak bakarsak, 12 Dev Adam'ın 2012 Londra Olimpiyatları'na kalabilme hedefine çok uzak olmadığını söyleyebiliriz. Ancak Polonya karşısındaki tutuk oyunumuzu ileride tekrarlarsak, işimiz zora girecektir. Her zaman gelip bizi kurtaracak bir Britanya bulamayabiliriz. Sonuçta ilk tur grup maçlarında Britanya kazandığı için biz de kazanmış sayıldık!

Futbolda ise durum biraz daha vahim görünüyor. Heyecan katsayısı olarak tavan yapan iki maç olduğu doğru, ancak bu heyecanın bizden güçsüz rakiplerimize üstünlük kuramamamızdan dolayı son dakikalarda yaşadıklarımızdan dolayı olduğunu kabul edelim. Bizi heyecanlandıran bir futbol oynamıyor Hiddink'in öğrencileri. Ancak, bulamadığımız goller ve pozisyonlar yüzünden Polonya/Ukrayna 2012'ye gidememe heyecanı yaşayacağımız kesin.

Kazakistan maçında üstün oynayıp bir türlü atamadığımız gol yüzünden gerilen sinirlerimiz 90+6'da Arda'nın vuruşuyla boşalmıştı. Avusturya'da ise aynı Arda bu sefer baraj olmamasına rağmen topu kaleciye nişanlayınca gene olan sinirlerimize oldu. Kim bilir, belki Arda da zamanında van Hooijdonk'tan öğrendiğimiz 'baraj olmayınca vurmama' hastalığına yakalanmıştır.

 
Enes Kanter ve Orhun Ene

Sonuç olarak, eğer iki milli takımımızın toplamından bir tane adam seçmem gerekirse gözüm kapalı Enes Kanter'i seçerim. 19 yaşındaki genç pivot hem temel basketbol bilgisi (fundamental) hem de atletikliği ile Türk basketbolunun önümüzdeki 10 senesine damgasını vuracaktır. NCAA kuralları nedeniyle geçtiğimiz 1.5 sene ciddi hiçbir maçta boy gösteremeyen Kanter, bu duruma rağmen Avrupa Şampiyonası'nda yılların deneyimi tadında bir oyun gösteriyor hepimize. Umarım genç basketbolcu NBA'deki lokavtın ardından Utah kariyerine hızlı bir başlangıç yapar.

22 Temmuz 2011 Cuma

Hep Destek Tam Köstek!!




Bir hazırlık maçı.

Fenerbahçe’nin şike soruşturması nedeniyle ligden düşürülme ve büyük cezalar alma ihtimali var. Aziz Yıldırım ve Şekip Mosturoğlu Metris’te. Futbolcular sahada.

Bir hazırlık maçı.

Taraftarlar Aziz Yıldırım maskeleri ile tribünde. Stadyum Aziz Yıldırım posterleri ve destek pankartları ile süslenmiş.

Bu bir hazırlık maçı! Bir dakika, yoksa değil mi??!!

...

Ben Metin Oktay’ları, Baba Hakkı’ları, Lefter’leri canlı izleyemedim. İslam Çupi’yi gününde okuyamadım. Büyüklerimizin hep bahsettiği ‘futbol ruhu’nu, ‘centilmenlik’i, ‘tribünde karışık oturan taraftarlar’ı göremedim ben.

Peki dün akşam ne gördüm, biliyor musunuz?


Kulübü başkanından ibaret sanan, takımını desteklemek(!) için rakibe, hakemlere, medyaya, hatta yargı organlarına, kısacası sarı-lacivert olmayan her şeye nefret kusan, böyle yaparak da kulübünü desteklediğini sanan insan kitleleri gördüm.

Yargıya intikal etmiş bir soruşturma karşısında tek bir ağızdan ‘G..nüz yiyorsa düşürün bu takımı!’ diye bağıran binlerce insan gördüm.

Bir medya patronunun bir kulüp başkanı ile sözde gerginliğinden dolayı işini yapmaya çalışan medya mensuplarına saldırıp, onları saha dışına süren ve bunun kulübü desteklemek olduğunu sanan tribünler dolusu insan toplulukları gördüm.

Maç oynanırken sahaya atlayıp kulübünün başkanına desteğini gösteren ve görevini yapmaya çalışan güvenlik görevlisini de tartaklayan ‘taraftarlar’ gördüm. Akabinde sanki hiçbir şey olmamış gibi bu taraftara tribündeki yerine kadar eşlik edildiğini gördüm!

Bu taraftarı gören ve önce alkışlarla desteğini veren, daha sonra da ‘ben neden tribünde duruyorum ki zaten!’ deyip sahaya atlayan binlerce insan gördüm. Çimlerde yuvarlanıp fotoğraf çektiren, kale filelerine asılan, korner bayraklarını söken, santra noktasına iskemle koyup üzerinde zıplayan küçüklü büyüklü, kadınlı erkekli ‘taraftarlar’ gördüm.

...

Eğer taraftarlık buysa, artık ben bu takımı desteklemeyeceğim. Diğer takımların taraftarları da boşuna sevinmesin. Çünkü renkler değişebilir ama altında saklanan ve kendine taraftar diyen bu canavarlar tüm takımlara yayılmış durumda.

Eğer taraftarlık kulübü değil, kişileri körlemesine  desteklemekse ve bu destek uğruna anarşiye başvurmaksa, futbol benim için bitkisel hayata girmiştir. Bu sözde-taraftarlar tribünlerden yok olmadan da eski haline dönemeyecektir...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Hat-Trick ve Efsaneleri


dixiedean
Evertonlu Forvet William Dixie Dean, 37 Hat-Trick ile Hat-Trick Kralı Ünvanını Elinde Bulunduruyor.
Kökleri 16. yüzyıla dayanan kriket oyunu olmasaydı, bir futbol maçında üç gol atan oyuncularla iki gol atanlar arasındaki tek fark sadece bir gol olacaktı. Oysa günümüzde üç gol atan oyuncu ‘Hat-trick’ yapma mertebesine ulaşıyor ve neredeyse dört gol sahibinden bile daha büyük bir iş başarmış gibi görülüyor. Ne de olsa dört gol atan kişiye özel bir isimlendirme yok; ama üç gol atan kişi hat-trick yapmış oluyor ve kendine has bir fiyakası bulunuyor.
Asıl soru, ‘hat-trick’ kavramının nereden çıktığı ve neden üç gol atana verildiği… Giriş cümlemde de söylediğim gibi hat-trick kavramı futbola kriketten geçiyor. Ancak aslında krikette de kullanılan bir terim değil bu. 1858 yılında İngiliz kriket oyuncusu HH Stephenson’ın bir maçta ardı ardına yaptığı üç defa atışın üçünde de vurucuyu geçerek ‘wicket’ yapmayı başarmasıyla başlayan serüven günümüze dek ulaşıyor. HH Stephenson’un başarının anısına toplanan bir miktar parayla Stephenson’a beyaz bir şapka alındığı rivayet edilir. Böylece Stephenson’un bu başarısı ‘hat-trick’ (şapka numarası) olarak tarihe geçer. Birkaç sene sonra futbolda da bu terim kullanılmaya başlanır ve eğer bir oyuncu peş peşe üç gol atarsa ve arada başka gol de yoksa, o oyuncunun hat-trick yaptığı kabul edilir.
Peki, hat-trick yapmak için sadece üç gol atmak yeterli midir? Bu sorunun cevabı günümüzde ‘evet’ olsa da gerçek uygulamasında bu başarıya ulaşmak o kadar da kolay değil. Gerçek hat-trick ancak oyuncunun peş peşe üç gol atarken bunlardan birini sol ayakla, diğerini sağ ayakla ve üçüncü golü de kafayla atması durumda oluşur. En azından bu kombinasyonun sırası önemli değil, yoksa futbolcular gol atarken ‘sıra sağ ayakta mıydı yoksa solda mıydı?’ diye düşünürken atacakları golden de olacaklardı.
Hat-trick yapma konusunda Dünya rekoru kariyerinde 37 defa hat-trick yapan Everton efsanesi Dixie Dean’de. Premier Lig’de geçtiğimiz yıllarda futbolu bırakan gol makinesi Alan Shearer’ın bile kariyerinde 11 hat-trick yaptığını düşünürsek Dean’in rekorunu daha iyi kavrayabiliriz.
Denis_Law
Bir Maçta İki Hat-Trick Yapan Dennis Law’un Bu Ünvanı Kayıtlara Geçmedi
Manchester United’ın efsanevi oyuncusu Dennis Law’ın bir hikayesi ile de yazıyı bitirelim. 1961 yılında Denis Law henüz 21 yaşındadır ve efsane olacağı Manchester Utd. takımının ezeli rakibi Manchester City takımının ümit vadeden genç forvetidir. FA Kupası 4. Tur maçında Luton Town’a 19. ve 34. dakikalar arasında 3 gol atar ve daha devrede hat-trick’e ulaşır. İkinci yarı başlar ve 20 dakika daha geçtiğinde Denis Law 2. hat-trick’ini yapmıştır! Denis Law 19. ve 65. dakikalar arasına iki hat-trick sığdırır. Bu unutulmaz anı daha da unutulmaz kılan ise aşırı yağan yağmur nedeniyle sahanın bir gölet haline gelmesi ve hakemin maçı iptal etmek zorunda kalmasıdır. Bu durumda da Law’ın gollerinin hiçbiri sayılmaz ve kaderin bir cilvesi, Luton tekrar maçını kazanır ve turu atlayan taraf olur. Futbol tarihinin en görkemli hat-trick’lerinden ikisi bu şekilde resmi kayıtlara geçmez. Ancak resmi olmasa da bu golleri Manchester Utd oyuncu komitesi gayri-resmi olarak almaz ve ileride Kırmızı Şeytanların efsanesi haline gelecek Denis Law’ı sezon sonunda ezeli rakiplerinden transfer ederler. Hat-trick, futbol sahasında bir futbolcunun gerçekleştirebileceği en büyük başarılardan biridir. Denis Law da bunu en iyi bilenlerin başında geliyor.
Four Four Two Haziran 2009 ‘un katkılarıyla.
(14 Temmuz 2009, Sporstudyosu.com)

Shaktar Donetsk: The Winner of the Last UEFA Cup


Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadium was the host to one of the most historical days of the European cups. On Wednesday night, the last final of the UEFA Cup – its name will be UEFA Europea League beginning from 2009-2010 football season- was played in Istanbul. In this historical night one wishes that a Turkish team had played and had won it; but we had to settle with being the venue owner.
Although the final game was not satisfying from a football point of view, it seemed successful as an organization. There was one thing that was not seen on the tv coverage: the setting to enter the stadium from outside. Especially reaching Gate 16, which was also my gate of entrance, was like a torture. After reaching the gates, it was easy to enter in but the roads created to approach those gates were too narrow. Another problem was the difficulty of buying official UEFA products and official match-day programme. Those stands were positioned only to be available for the supporters entering from certain gates. In this case, the people who wanted to buy these products had to persuade the policemen for entering these sites after the game.
After the struggle of entering to the stadium, the fans had worried about if they would be able to sit on their numbered seats. I don’t know if German and Ukrainian fans in their countries follow this rule of sitting only to their numbered seats or not, but most probably they thought: “This is a UEFA Cup Final and everybody will sit only to their seats.” At least, when I arrived 45 minutes before the kick-off, nobody was sitting at my seat that was on the front rows and I sat to my seat happily.
The part of the stadium where I sat was reserved for Werder Bremen fans; therefore sympathy for Werder was formed between the Turkish fans also sitting at these stands. Furthermore, when the German fans started chanting “Wer-Der, Wer-Der”; a group of Fenerbahçe fans joined them by chanting “Fe-Ner, Fe-Ner!”
When we see Mesut Özil at the starting line-up of Werder Bremen, our sense of belonging to Bremen team grew even more. In fact, the fans that follow the sports news closely would be upset at Mesut’s decision to join the German national team instead of Turkey. But still he was a Turk in his bloods and our support for Bremen was intact.
The game started for us under these circumstances and Shaktar Donetsk began to dominate all around the field against Werder Bremen without the midfield genius Diego. The domination of Shaktar changed the subject of our conversation from Mesut to Lucescu’s tactics and whether he would coach Fenerbahçe for the next season. The moment we negotiated a 2+1 year contract with Lucescu, Luiz Adriano received a through ball into the penalty box and scored for Shaktar Donetsk.
After conceding the goal, Bremen team increased the pressure on Shaktar but the balance remained still. 10 minutes later than Adriano’s goal, Bremen striker Rosenberg received the ball just outside the Shaktar penalty box and he was fouled instantly during an effort to pass by the defenders. Naldo took the freekick poorly but because of the poorer performance of the Shaktar’s goalkeeper, it was enough for the ball to reach the goal and Werder drawed before the half-time whistle.
In the second half, both teams kept their performance levels! the same. Other than a few incidents, there was not any situation that made the fans excited. Therefore some Fenerbahçe fans started to chant for Fenerbahçe out of boredom. A group of non-Fenerbahçe fans started to protest these chanting fans reminding them this is the final of the UEFA Cup.
During the extra time, a little group of fans behind my seat started to discuss if they should watch the rest of the game at their homes because it was late and the game was not much of an entertainment. But during this conversation, Jadson scored for Shaktar and Lucescu’s team started to control the possession of the ball in order to end the game with this score. Therefore, we all understood that the game would not go to the penalties. The group behind me also decided to stay till the end.
Close to the end of the extra time, Werder Bremen put more pressure for a last attempt for a draw and they scored a goal which was unfortunately disallowed by Cantelejo, who then whistled the final blow that made Lucescu’s players the champion of the UEFA Cup.
This was an end of another era in the history of European cups. Shaktar Donetsk had won the last of the UEFA Cup which will be played similar to the Champions League format beginning from next year.
(22 Mayıs 2009, Sporstudyosu.com)

Süperlig Formula


İlk olarak 2000′lerin başında ortaya çıkan Süperlig Formula fikri, yeterli mali destek bulamamasından dolayı gerçekleşememişti. Ancak uzun süren çalışmalar ve sponsorlarla anlaşmaların ardından 2008 yılında bu organizasyon resmi olarak başladı. Süperlig Formula’nın ana fikri ise anlaşma sağlanan futbol takımlarının isim haklarını kullanarak her arabayı bir takıma ithaf etmek. Böylece her yarışta dünyanın tanınmış futbol takımları karşılıklı yarışma imkanı bulacak ve çekişmelerini yeşil sahalardan yarış pistlerine taşıyacaklar. Tabi asıl istek takımlarını hiçbir yerde yalnız bırakmayan taraftarların yarış pistlerinin tribünlerini de doldurmaları.
Anlaşma sağlanan takımlar ise ülkelerinde ve uluslar arası anlamda başarıları olan ve belli bir taraftar kitlesine sahip olan takımlar. Süperlig Formula’ya katılan takımlar şöyle: AC Milan, PSV, Olympiakos, Borussia Dortmund, Anderlecht, Flamengo, Basel, Porto, Sevilla, Corinthians, Galatasaray, Rangers, Al Ain, Bejing Gouan FC, AS Roma, Tottenham Hotspurs, Liverpool ve Atletico Madrid.


Futbolun çekici gücünü bu organizasyonda kullanmak aslında çok akıllıca bir fikir. Dünyada zaten motor sporlarından ve özellikle de Formula 1′den hoşlanan milyonlarca insan var. Bunların yanına kulüplerini sonuna kadar destekleyecek futbol taraftarlarını da eklerseniz Süperlig Formula için ciddi bir izleyici kitlesi elde etmiş olursunuz. Ancak kağıt üzerinde çok olumlu gibi görünse de gerçekte durum hiç de böyle değil.
Ağustos 2008′de Donington, İngiltere’de ilk yarışı düzenlenen bu organizasyonda 2008 sezonunun sonuna geldik ve Jerez, İspanya’da düzenlenen son yarış ile birlikte toplam klasmanda bu sezonun galibi Çin Süperlig Formula takımı Beijing Guoan oldu.
İlk sezonda altı yarış yapıldı ancak organizasyona dahil olan futbol takımlarının taraftarları henüz motor sporlarıyla futbolun arasındaki bağı çözebilmiş değiller. Futbolun çekici gücünü kullanmak için sadece arabaların üzerine takımların logolarını koymanın yeterli olmadığı anlaşılıyor. Motor sporlarından hoşlanan insanlar bu yarışları zaten izliyorlar ancak bu organizasyonun esas amacı dünyanın en popüler sporu olan futbolun taraftar kitlesini Süperlig Formula yarışlarını izlemeye teşvik etmek.
Şimdilik büyük kitlelere hitap etmese de Süperlig Formula yöneticileri durumdan ümitliler. Organizatörlerden biri olan İspanyol pazarlamacı ve Barcelona futbol takımı kombine sahibi olan Alex Adreu bu yarışların, motor sporlarının sessiz sakin taraftar profilini değiştirip; futbol taraftarlarının da katkısıyla coşkulu bir taraftar kitlesi oluşturacağını düşünüyor.
İlk sezonun ardından yarışan takımlar ve organizatörler organizasyonun genelinden çok memnun kalmış gibi görünüyorlar. Şimdilik tek sorun ise futbol topunun cazibesine kapılmış taraftarları, yüksek beygir gücünün cazibesiyle de etkileyebilmek.
(13 Ocak 2009, Sporstudyosu.com)

Göz Kamaştıran Yakut: Rubin Kazan


Kazan, Moskova’ya Meydan Okudu
Rusya futbolunun uluslararası anlamda da zirveye çıktığı sezon, Rubin Kazan’ın Rusya Ligi’nde Moskova takımları ile geçen senenin lig ve UEFA Kupası şampiyonu Zenit St. Petersburg’u gölgede bırakarak şampiyon olmasıyla sonuçlandı.
Rusçada Yakut (İngilizcesi Ruby) anlamına gelen Rubin takımı Rusya Premier Ligi’ne 2003′te çıkmıştı. Rusya Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti olan Kazan’ın temsilcisi olan Rubin, geçen sezonu onuncu sırada bitirmişti. Ancak 50. yıllarını kutladıkları bu sezona farklı bir motivasyonla hazırlanmışlardı. Rubin takımı, sponsorlar ve yerel hükümet tarafından cömertçe destekleniyordu.
Finansal destek bazı etkileyici transferlere de imkân sağladı: Euro 2008 finallerinde yarı final oynayan Rusya takımın önemli bir oyucusu olan ve milli takımın kaptanı Sergei Semak, Sırp forvet Savo Milosevic ve Türk ortasaha oyuncusu Gökdeniz Karadeniz.
Uzun süredir takımın başında olan menajer Kurban Berdyev ile lige müthiş bir başlangıç yaptılar. İlk yedi maçta yedi galibiyet alıp rekor kırdılar ve liderliği kimseye bırakmadılar. Ligin bitimine üç maç kala Ramenskoye’deki maçta Saturn karşısında Milosevic’in son dakikalarda attığı golle maçı 2-1 kazanıp şampiyonluklarını ilan ettiler. Son üç maçı kaybetseler de, bu durum kulübün tarihi başarısını ve ilk defa Şampiyonlar Ligi’ne kalmasını engelleyemedi.
Bazı Moskova kaynaklı medya kuruluşları tarafından defansif tarzdaki futbolları yüzünden eleştirilseler de, Rubin bir rekoru elinde tutuyor. Moskova dışından gelen bir takımın Moskova’nın dört güçlü ekibi olan Dinamo, Spartak, Lokomotif ve FC Moskova takımlarını kendi sahalarında yendiler. Uluslararası şampiyonalarda sansasyon yaratan Zenit’i ise hem içeride hem de dışarıda mağlup ettiler.
Gökdeniz ve takım arkadaşları şampiyonluk sevinci yaşarken.
Zenit’ te Düşüş Var
Rusya’nın en zengin kulübü olan Zenit, 26 milyon sterlin ile Rusya rekorunu kırarak Portekizli kanat oyuncusu Danny’i transfer etti ancak büyük harcama yapmalarına rağmen ligi ancak beşinci sırada bitirebildiler ve önümüzdeki sezon Europa League’de (UEFA Kupası’nın yeni adı) kendilerine bir yer edinmeye çalışacaklar. Ancak Şampiyonlar Ligi’nde olmamaları nedeniyle Zenit’in birkaç önemli oyuncusunu kaybedeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Bunlardan bazıları ülkenin en yüksek maaşlı oyuncusu olan Andrei Arshavin ve Ukrayna milli takım oyuncusu Anatoliy Tymoschuk.
Rusya’nın, 1998′de SSCB’nin kazandığı gümüş madalyadan sonraki en büyük başarısında büyük pay sahibi olan ufak tefek oyun kurucu Arshavin, Barcelona’nın da içlerinde olduğu birçok Avrupa kulübünden ciddi teklifler aldı. Ama Zenit’in sahibi ve ülkenin en büyük enerji firması olan Gazprom onu bırakmak istemedi ve Arshavin için 20 milyon sterlin istediler. Ancak gelen en yüksek teklif 12 milyon sterlindi. Büyük bir maaş zammına rağmen Arshavin yurtdışında oynamak için diretiyor ve ocak ayında takımdan ayrılabilir.
Ama bu durum Zenit antrenörü Dick Advocaat’ı etkilemedi ve kulüple olan sözleşmesini bir sene daha uzattı. Hollandalı, başarılı geçen 2007 sezonunun ardından Avustralya milli takımına gitmenin eşiğine gelmişti ancak teklif edilen yıllık 2 milyon sterlin yüzünden kulüpte kaldı.
Düşme Hattı
Lig tablosunun öteki tarafında ise deneyimli oyun kurucu Yegor Titov, Khimki’yi düşmekten kurtardı. 32 yaşındaki Titov, temmuz ayında ezeli rakip CSKA Moskova’ya 5-1 yenilen Spartak tarafından sansasyonel bir şekilde takımdan uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Moskova’nın varoşlarında bulunan Khimki’ye katılan Titov, düşme potasından çıkmasında takımın arkasındaki itici güç oldu.
Onların yerine Luch-Energiya düştü ve önümüzdeki sezon için ligdeki diğer takımları işkence çekecekleri dokuz saatlik Vladivostok uçuşundan kurtarmış oldu. Diğer düşen takım ise Shinnik Yaroslalvl oldu. Bu takımların yerlerine çıkan iki takım ise bir yıllık ayrılıktan sonra birinci lige dönen Rostov ve Kuban Krasnodar takımları.
Danimarkalı eski efsane oyuncu Michael Laudrup tarafından yönetilen Spartak takımı ise sadece 6. olabildi. 9 şampiyonluğu bulunan Spartak geçtiğimiz üç sezonda hep ikinci olmuş ve kalabalık taraftar gruplarının öfkelenmesine neden olmuştu. Kasım ayındaki 1-0′lık CSKA galibiyeti onların tek tesellisi oldu.
Eylül ayında imza atan Laudrup’un bir sezon daha sözleşmesi bulunuyor ve Spartak’ın sahibi olan petrol şirketi Lukoil tarafından kaliteli oyuncu transferleri için kulüpten söz almış bulunuyor. Spartak’ın kesinlikle yeni oyunculara ihtiyacı var. Özellikle de Tottenham’a giden golcü oyuncu Pavlyuchenko’nun yerine birinin alınması gerek. Ancak bu kesin değil çünkü küresel petrol piyasasının inişli çıkışlı grafiği buna izin vermiyor.
Önümüzdeki sezon Rusya liginde yerli oyuncuya daha fazla önem verilecek ve bunun tek nedeni küresel mali kriz değil. En önemli sebep aynı zamanda yeni getirilen yabancı oyuncu kısıtlamaları. Önümüzdeki sezondan itibaren takımlar 6 Rus-olmayan futbolcudan fazlasını oynatamayacaklar.
Hayal kırıklığına neden olmayan birkaç yabancı transferden biri olan CSKA’nın Brezilyalı golcüsü Vagner Love ligi 20 gol ile gol kralı olarak tamamladı. Partnerleri Jo (Manchester City) ve Daniel Carvalho’yu (Internacional’de kiralık) kaybetse de altyapıdan yetişmiş Alan Dzagoev ile iyi bir uyum sağladı. Bu ikili CSKA’nın geç gelen çıkışında büyük pay sahibiydi ancak bu bile Rubin ile arayı kapatmaya yetmedi. Valeri Gazzayev’in takımı ligi ikinci bitirdi ve Mayıs ayında kazandıkları Rusya Kupası ile avundular.
Dinamo Moskova, genç antrenör Andrei Kobelev önderliğinde büyük gelişme gösterdi ve ligi 3. bitirdiler. Mavi-Beyazlılar en son lig şampiyonluklarını 1976′da kazandılar ve o günden beri bunun gölgesinde yaşıyorlar.
Lev Yashin’e Saygı ve Saygısızlık
Dinamo takımı, “Rusya’nın Wembley’i ” olarak gösterilen statlarının baştan sona yenilenmesinden dolayı Moskova’nın hemen dışındaki Khimki stadını birkaç yıllığına kiraladı. Şehir merkezine yakın olan bu stat, bundan 80 yıl önce yapılmıştı ve isim olarak da SSCB’nin en büyük kalecisi ve bir Dinamo kahramanı olan “Lev Yashin” düşünülüyor.
Lev Yashin ismi ise sezonun son maçında Zenit taraftarlarının açtığı saygısız bir pankart yüzünden olay konusu oldu. Pankartta “Yashin’iniz öldü, tıpkı Dinamo’nun da öleceği gibi” yazıyordu. Bu olay Rusya çapında bir öfkeye neden oldu ve suçlular stadyumdan ömür boyu men edildiler. Zenit takımı da bir sonraki maçını kapalı kapılar ardında oynama cezasına çarptırıldı.
Bu hikâye stadyumlardaki ırkçı taciz tartışmasını da tekrar gündeme getirdi. Gamalı haçlar ve faşist bayraklar kadar anti-Çeçen ve anti-siyah ırk pankartları sezon süresince Yaroslavl, Samara, Moskova ve diğer şehirlerde ortaya çıktılar. Siyahî oyuncular sıklıkla yuhalandılar ve sahaya muzlar atıldı ancak bunun karşısında cezalar ki eğer uygulandıysa bile çok yetersiz kaldılar.
World Soccer Ocak 2009 – Victor Gusev’in Rusya Ligi Analizi
(8 Ocak 2009, Sporstudyosu.com)

Bacak Arası Çalım Hakkında 10 Gerçek


1) Bacak-arası çalımlarının en güzel yanı bunu herkesin yapabilmesidir. Bunun için Kaka gibi 1.80 ve ince, Maradona gibi patlamaya hazır bir bücür veya Cristiano Ronaldo gibi şimşek hızında olmanız gerekmez.
2) Bacak-arası çalım, saha içinde oyuncular arasındaki kalite farkını kapatan unsurlardan biridir. Herhangi bir oyunda, herhangi bir seviyede, eğer sahanın en kötü oyuncusu en iyi oyuncusuna bacak-arası çalım atarsa rakibiyle dalga geçme hakkına sahiptir. Sahanın kralı kısa süreliğine de olsa “O” olur. En azından biri ona aynısını yapana kadar.
Hatırlanacak bacak-arası çalımlardan biri de görev adamı John O’Shea’nın yetenek-ustası Luis Figo’ya Manchester United’ın Real Madrid’e karşı oynadığı 2002/2003 UEFA Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finalinde attığı çalımdır. O’Shea dalga geçmeye çalışmadığını söylüyor: “Onu geçebilmek için en iyi yol buydu. Ama Figo bundan pek hoşnut kalmadı.”
3) Fransızlar ona ‘ufak köprü’, İtalyanlar ‘tünel’ ve Hollandalılar ise Sürinamca argo olarak kullanılan ‘panna’ diyorlar. Bu hareket kendi adınının verildiği bir sokak oyununa da ilham kaynağı olmuştur. 3 dakika içerisinde iki oyuncu birbirlerine bacak-arası çalım atamaya çalışırlar. Rakibine bu çalımı atıp topu kaybetmeyen ilk oyuncu oyunu kazanır. Bir orta saha efsanesi olan Edgar Davids bu çalımın Surinam’dan çıktığına inanıyor. Bir ‘tünel’ için topu kalecinin bacak arasından ağlara yollamak geçerli sayılmaktadır ancak İngiliz bacak-arası (nutmeg) veya Hollandalı ‘panna’ için oyuncu topu öbür tarafta da kontrolünde tutmalıdır.
4) Almanlar ona beinschuss diyorlar. Tercümesi ise ‘bacak vuruşu’. Avusturya’da ise ona Almanların ‘gherkin’ (salatalık turşusu) kelimesinden türemiş olan gurkerl denir. Avusturyalı manavların fıçılardan salatalık turşularını almak için kullandıkları Çin usulü çubuklara benzer çubukları vardır. Eğer dikkatli olmazlarsa bu turşular çubukların arasından kayarlar. Tıpkı bir topun oyuncunun bacakları arasından kayıp gitmesi gibi. Yani Viyana’daki bir oyunda birinin “Gherkin!” (Salatalık turşusu) diye bağırdığını duyarsanız, onlar atıştırmak için sağlıklı bir yiyecek istemiyorlar.
5) George Best bu tekniği, Batı Almanya’nın Schalke’li forveti Klaus Fischer’in 1977′de ilk milli maçına çıktığında onu utandırmak için kullanmıştı. “Kuzey İrlanda maça başladı ve George Best anında bana bacak-arası çalım attı.” Diyor Fischer. “Ama o maçta Kuzey İrlanda’ya beş gol atarak bunu ona ödettik.”
6) 2001′de İngiltere’nin genç oyuncusu Gerrard, Liverpool’dan takım arkadaşı olan Dietmar Hamann’a bacak arası çalımı atarak takımının 5-1′lik galibiyetini kutladı. Gerard, bu işe ilk başladığında Paul Gascoigne ile karşılaşır ve itiraf eder: “Ona bacak-arası atmaya çalıştım. Onu geçemedim. Kafamın arkasına bir tokat attı ve bana adam gibi davranmamı söyledi.”
7) 2005 Şampiyonlar Ligi finalinde Gennaro Gattuso da bir bacak-arası çalımın üzerine kendini kaybeder. “Soyunma odasına hiddetle gitti, çünkü devrenin bitmesine az bir süre kala Andrea Pirlo’nun bacak-arası çalım attığını gördüm.”
8) 1920′de Eski Sovyetler Birliği tartışmalı bir bacak-arası çalıma sahne olur. Lavrenty Beria, KGB’ye patron ve Dinamo Moskova’ya başkan olmadan önce Gürcü takımı Dinamo Tiflis için oynamıştı. Efsane şudur ki, Spartak Moskova’nın kurucusu Nikolai Starostin, Beria’ya bir bacak-arası çalım atar. Bu olaydan 15 yıl sonra, Beria, KGB patronu olunca Starostin Siberya’daki işçi kampına yollanır.
9) Britanya’daki adının kaynağı 19. Yüzyıldaki alçaklık-kaplı baharat ticaretine dayanır. Küçük Hindistan cevizi (nutmeg) ağacının tohumlarından yağ ve baharat elde edilir. Malın değeri yükseldiğinde, bu ticaret komplolarla anılmaya ve ‘nutmegged’ terimi de kandırılma anlamında kullanılmaya başlandı. (İspanyollar ise bu terim için bir baharat olan tarçının karşılığı canela’yı kullanmaya devam ettiler.) Amerikalı yazar George Earlie “State Names, Flags, Seals, Songs, Birds, Flowers, and Other Symbols” (Ülke Adları, Bayraklar, Mühürler, Şarkılar, Çiçekler, ve Diğer Semboller) adlı kitabında şöyle diyor: “‘Nutmeg Ülkesi’ olarak bilinen yer Connecticut’dur çünkü oranın yerlileri becerikli ve açıkgözlü olarak ünlenmişlerdi. Tahtadan küçük hindistan cevizi (nutmeg) yabalıyorlar ve bunları satıyorlardı.
10) Öte yandan, bir Playstation hayranı Pro Evolution Soccer oyununu oynerken bacak-arası çalım atmakta ustalaştığı için o kadar övünüyordu ki bunun videosunun YouTube’a koydu. Artık arkadaşlarınızla dalga geçmek için bir saha kiralayıp oynamanız gerekmiyor, artık sanal dünyada da bunu yapabilirsiniz.
Champions Magazine, Oct/Nov 2008, Sheridan Bird’ün makalesi, 10 Facts about… Nutmegs
(29 Kasım 2008, Sporstudyosu.com)

Gol makinası artık çalışmayacak

Schmeichel kaleci vuruşunu kullandı. Orta alanda Keane, fiziğini kullanarak topu sağ kanatta boş olan Beckham’ın önüne indirdi. Beckham topu düzeltti çapraz koşu yapan Yorke’a baktı ama topu kendini boşa çıkaran Andy Cole’a verdi. Cole tek pas ile topu Yorke’un önüne bıraktı. Yorke bekletmeden topu arka direğe koşan Andy Cole’e ortaladı ve gooolllllll… Manchester Utd’dan bir zafer daha…
Bazı şarkılar vardır; radyoda, televizyonda veya sokakta yürürken hep onu duyarsınız ve dinlemeye başlarsınız. Bu şarkılardan her seferinde ayrı bir keyif alırsınız ve hiç bıkmazsınız. İşte 20. yüzyılın sonlarındaki Manchester Utd takımı bu şarkılara benziyordu. Her maçını izliyor, her haberini takip ediyorduk ve hiç ama hiç sıkılmıyorduk. Çünkü her seferinde bize ayrı bir heyecan yaşatacağını biliyorduk.
Bu heyecanı yaşamamızdaki en önemli nedenlerden biri de Manchester Utd’ın ileri ikilisiydi. Andrew Cole ve Dwight Yorke’tan oluşan bu süper ikili, futbol sahasındabirbirleriyle o kadar iyi anlaşıyorlardı, ki iyi geçindiklerini düşünen birçok abi-kardeş o kadar iyi anlaşamazlardı. Onları izlemek bizlere adeta ”Demek ki ‘uyum’ dedikleri şey buymuş!” dedirtiyordu.
Bu ikiliyi birbirinden ayrı düşünemezdik ama futbol bir endüstriydi ve endüstri ‘değişim’ demekti. Andrew Cole ile Dwight Yorke’un Manchester’daki hegemonyası 2001′de Cole’un Blackburn’e transfer olmasıyla sona erdi. Her ne kadar Yorke da 2002′de Blackburn’e transfer olsa da, eski formlarını hiçbir zaman yakalayamadılar. Ne de olsa onlar Kırmızı Şeytanlar’ın forvet ikilisi olarak ün yapmışlardı ve o günler geride kalmıştı artık.
Dwight Yorke 37 yaşına basmasına rağmen 2006′dan beri Sunderland’in formasını ıslatıyor ve bir süre daha devam edecekmiş gibi görünüyor. Ancak Andy Cole Kasım ayında aktif kariyerine son verdiğini açıkladı ve 90′lı yılları hatırlayanlar derin bir ‘of’ çektiler.
Manchester Utd’ın ezeli rakibi Arsenal’in akademisinden yetişip A takımında az da olsa oynama şansı bulan Andrew Cole, esas patlamasını Newcaste Utd forması altında 70 maçta 55 gol atarak gerçekleştirdi. Newcastle’da geçen başarılı üç yılın ardından artık Cole için adını dünya çapında duyurma vakti gelmişti. Yıl 1995′ti ve o zamanlar şimdiki gibi İngiltere Ligi bütün dünya televizyonlarında yayınlanmıyordu. Premiership kurulalı sadece 3 yıl olmuştu. Bir futbolcunun adını duyurması için ancak Avrupa kupalarında oynaması gerekiyordu. Bu fırsatı, Manchester Utd’dan daha iyi sağlayabilecek fazla takım yoktu. Uzun yıllar iki tarafı da memnun edecek bir anlaşma o yıl imzalandı. O andan itibaren Andrew Cole Manchester şehrine gelecek ve onlarca kupada çok büyük bir pay sahibi olacaktı.
‘Hayaller Tiyatrosu’nda geçen rüya gibi yıllardan sonra artık Manchester Utd’da değişim rüzgarları esmeye başlamıştı.Nistelrooy ve Veron’un transferleri üzerine sakatlıklar ve yaşlanmanın getirdiği yorgunluk ve formsuzluk da eklenince Cole eskisi kadar forma şansı bulamamaya başladı. 2002′ye 2 gün kala da Blackburn Rovers’a satıldı. Her ne kadar Premiership’te oynamaya devam edecek olsa da artık bir ‘kırmızı şeytan’ değildi ve bunu o da biliyordu.
Birkaç takım değiştirdikten sonra 2008′de doğduğu şehrin takımı olan Nottingham Forest’a transfer oldu ve kısa bir süre sonra da aktif futbolu bıraktığını açıkladı.
Manchester Utd’dan sonra gittiği takımlarda da zaman zaman başarılı sonuçlar elde etse de, biz onu Cole-Yorke ikilisinin Cole’u olarak tanıdık ve benimsedik. O yüzden zihnimizde her zaman ayrı bir yere sahip olacak. Kim bilir, belki ileride çocuklarımız bize Andrew Cole’u hatırlayıp hatırlamadığımızı sorarlarsa, hafifçe gülümseyecek ve onlara şöyle diyeceğiz: ”Elbette hatırlıyorum. Gel sana ufak bir hikaye anlatayım.”
Andy Cole, kariyerini 5 Premier Lig Şampiyonluğu, 2 FA Cup Şampiyonluğu ve toplamda 289 gol ile tamamladı.
Bayern Münihi devirtikten sonra Dwight York(sol) ile Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırırken.
(25 Kasım 2008, Sporstudyosu.com)

Sarışın Ok: Alfredo Di Stefano

Pele ve Maradona’nın görkemi, Alfredo Di Stefano’nun sadeliğinin yanında sönük kalıyor.
‘’Saha onun ayakları altında doğmuştu ve onun ayaklarında yeşerdi.” Uruguaylı romancı Eduardo Galeano, kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi futbolcu olan Alfredo Di Stefano’yu bizlere bu cümlelerle sunar. Galeano şöyle devam eder: “Top ayağındayken, alan değiştirmesi, ritm değiştirmesi, tıpkı huzur verici bir yürüyüşten durdurulamaz bir kasırgaya benzer; top kendisinde olmadığında ise, onu marke edene kendini unutturup boşluklara doğru kayar, oyun boğulmaya başladığında taze hava arayan gene O’dur. Sıkça oyunu okur, bütün sahayı görür ve hızla yer değiştirir; böylece saldırısını yapabilmek için kendine alan açar. Gol ile sonuçlanan her hareketin başında, ortasında ve sonunda o vardı ve her renkten goller attı.”
Arşiv görüntüleri modern futbolu icat eden zarif bir oyuncu gösteriyor. Sahanın her santimini ve her pozisyonunu doldururdu. Buna karşın birçok akranının da onun kadar becerikli olması gerektiğini kabul ediyor. “Kalede bile oynadım” diyor Stefano. “Carrizo sakatlanmıştı. O günlerde oyuncu değişikliği olmadığı için kaleye geçmem gerekti.” İdeal pozisyonu forvet olan Di Stefano – Real Madrid için 282 maçta 216 gol attı- birçok kulüpten daha çok kupa kazanmıştır. Real’den takım arkadaşı ve antrenörü olan Miguel Munoz, Stefano ile saha içerisinde yakın oynamanın işini çok kolaylaştırdığını, o bölgede bir kişi fazla var gibi oynadıklarını anlatıyor.
Stefano’nun dehası istatistikleri ve övgüler ile açıklanamaz. O, yeteneğini iki ayrı kıta ve üç ayrı ülkede kanıtlayan ilk futbolcuydu. Günümüzdeki yıldız futbolcuların çoğu bununla başa çıkamaz. 1940′larda ve 1950′lerde dünyayı kasıp kavuran üç takımın lokomotifiydi. Bu takımlar River Plate, Millonarios of Bogota ve Real’dir. Bütün pozisyonlarda oynadı ama ihtiyaçtan öte, Gaelano’nun da yazdığı gibi tekniği ve oyunu okuma yeteneğinin onu ilk total futbolcu haline getirmesi idi. (Gerçekten de, 1970′lerin efsane Ajax takımının açıkça belirttiği gibi, gençler o zamanlarda Stefano ve Puskas tarafından yönetilen Real’in büyüleyici siyah beyaz görüntüleriyle büyüdüler ve onların yeteneklerine hayran kaldılar.) Eğer Cristiano Ronaldo, UEFA Şampiyonlar Ligi’ni kazanmasına rağmen hala Real’in beyazını giymeyi düşlüyorsa, bunun büyük bir kısmı Di Stefano’nun yarattığı efsaneden dolayıdır.
Hayatı
Alfredo Di Stefano, nam-ı diğer Sarışın Ok, 1926′da Buenos Aires’te doğdu ve futbolu bazen sokak köşelerinde ve boş arsalarda, bazen de Boca Stadına giden yolun sonundaki büyük Lezama Parkında veya stadın etrafında oynardı. Babası şimdilerde kulübün yönetici otoparkı olarak kullanılan alanın yanında doğdu. Alfredo dükkanlara bir iş için yollandığında yeteneklerini etraftaki bir şeyi tekmeleyerek veya onu topmuş gibi sürerek geliştiriyordu.
Di Stefano, River Plate (Boca’nın en büyük rakibi) takımında oynamaya başladı ama ılımlı karakteri ve birleştirici yönü sayesinde ileride iki kulübe de antrenörlük yaptı ve iki takıma da şampiyonluklar kazandırdı. Oyuncu olarak ise hala River Plate, Millonarios ve Real’de kendisine büyük saygı gösterilir.
Yaşlı bedeni artık narin olsa da hala başını dik tutuyor ve Real’in Santiago Bernabeu stadındaki küçük ofisinde krallar gibi yaşıyor. 1950′lerde Avrupa futbolunu domine eden Real takımını tanımlaması, yönetmesi ve ilham vermesi için Bernabeu kişisel olarak Di Stefano’yu seçmişti. Bernabeu’nun takım kurma yaklaşımı bir cümlesinde şöyle belli oluyordu: “Her büyük takımın en az iki Arjantinlisi olmalı ve hiç İngiliz oyuncusu olmamalıdır.”
Di Stefano’nun ofisi Real’in Emektarları Derneği Başkanlığına ait. Biz konuştuğumuz sırada bir dizi orta yaşlı adam – ki bunların hepsi en yüksek kalitede eski futbolculardı- biraz şakalaşmak için ofise uğruyorlar. Di Stefano bir yanda şakalaşırken, diğer yanda iş programları, katıldıkları aktiviteler ve bir sonraki maç için kimin kimi arabayla götüreceği hakkında tartışıyor. Gerçek bir futbol adamı olan Di Stefano, hala gazeteyi arka sayfalarından okumaya başlıyor. Derin, sulu ve boğazdan gelen ve karıştırılması mümkün olmayan bir Arjantin aksanıyla hala faal, meraklı ve sevdiği oyunla ilgili hatıralarla dolu olan zihnini bizlere açıyor.
Di Stefano’ya favori oyuncusunun kim olduğunu sorun ve o da cevap vermeyi reddetsin. “Hadi ama!” diye şaka yapıyor. “Belki bir ismi unuturum ve onlar bunu okurlar ve onları dışarıda unuttuğum için bana beddua ederler.” Doğuştan gelen diplomatikliği tek neden değil: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için benim her zaman ilkem olmuştur. Bugünlerde insanlar oyuncuları sıralamayı ve onlara değer biçmeyi kafalarına takmış durumdalar ve hep “en iyisi kim” sorusuna cevap arıyorlar. Ben isim verme konusunu hiç sevmedim. Benim bir sürü bildiğim olağanüstü büyük oyuncu var ve bunlardan bazıları da iyi arkadaşımdır.”
“Arjantin’de herhangi bir pozisyon için en az 30 tane müthiş oyuncu bulabilirsiniz. Son zamanlarda basın bana isim vermem konusunda çok baskı yaptı ben de şunları verdim: Munoz, Moreno, Pedernera, Labruna, Loustau. Bu kadar.”
Bu beş oyuncu, 1940′ların başında La Maquina (Makine) olarak bilinen River Plate takımının Arjantin tarzı yumuşak pasları, marifetli oyunu ve güzel geometrisi olan hücum hattını oluşturuyorlar. Di Stefano, Adolfo Pedernera takımı bıraktığında River Plate’e katıldı ve her pozisyonda oynayabilen ilk Arjantinli oyuncu olarak tanındı. Arjantinli oyuncular ödenmeyen maaşlar yüzünden greve gittiklerinde, bir çok yetenek ülkeyi terketti. Pedernera o sırada Millonarios’u çalıştırıyordu ve Alfredo’ya ona katılmasını teklif etti.
“Gençtim, evliydim, yaşamımı kazanmak için düşünmem gerekiyordu” diyor Di Stefano, ülkesindeki birçok futbolcunun darboğazda olduğunun farkında olarak. “Kolombiya’da para vardı.”
Kolombiya’nın yeni oluşan milli ligi federasyonla sorunlar yaşadı ve FIFA tarafından yasaklandı. Yasaklanan takımlardan Millionarios da diğerleri gibi yüksek maaşları kullanarak dünyanın her yerinden yıldız oyuncuların ilgisini çekiyordu. Kolombiya futbol tarihindeki bu devire ‘el Dorado’ denir. Millonarios’un oyun tarzına Blue Ballet (Mavi Bale) adı takılmıştı çünkü izlemesi çok keyifliydi. Resmi olmayan mottoları ‘maç, biz beş tane atmadan bitmez’ idi. Pedernera’nın etkisi ve Stefano’nun sahada büyüsünü göstermesi Kolombiya futbolunun temellerini atmıştır. Carlos Valderrama, Freddy Rincon ve Adolfo Valencia gibi 90′larda Kolombiya futboluna damgasını vurmuş oyuncular bu çalışmaların meyveleridir.
Bernabeu, Di Stefano’yu keşfettiğinde Sarışın Ok, Arjantin ve Kolombiya’da bir efsaneydi. 1947de Arjantin Copa America’yı kazanırken Di Stefano altı maçta altı gol attı. 1952′de Millonarios uluslar arası bir turnuvada Real Madrid’in 50. Kuruluş yılını kutladı ve 1953′te Millonarios ilk uluslar arası kupa olan Kulüpler için Küçük Dünya Kupası’nı kazandı. Bu kupa sırasında Bernabeu Di Stefano’yu, ölümsüzleştireceği efsane Real takımının bir parçası olarak takıma dâhil etti.
Di Stefano’nun ailesi Güney Amerika’ya İtalya’dan göç etmişti. Avrupa’ya onu fethetmek için geri döndü. “Bir insanın küçük bir kısmı doğduğu yerden, büyük bir kısmı ise doyduğu yerdendir” diyor Arjantin sokak argosunu kullanarak… Sanki büyüdüğü Lenzema Parkı’nı hiç terk etmemiş… Ama İspanya’nın da Rio De La Plata kadar kendi ülkesi olduğunu belirtmeden geçemiyor. “Şu an bir Porteno olduğumdan daha fazla bir Madrileno’yum.”
İspanyollaştırıldıktan sonra İspanya milli takımı için bile oynadı Di Stefano. “Bugünlerde bunu yapamazsınız” diyor. Birçok Güney Amerikalı oyuncu çok uzaktaki genetik kökenlerini araştırarak Avrupa ülkelerinden pasaport almaya çalışıyorlar ama FIFA kuralları ‘eğer bir oyuncu A milli takımda boy gösterirse bir daha başka takımda oynayamaz’ diyor. Di Stefano’nun zamanında birçok Güney Amerikalı oyuncu İtalya ve İspanya için oynuyordu. İtalya’da ilke şöyleydi: “Eğer İtalya için savaşıyorlarsa, İtalya için oynayabilirler de.” Tıpkı oriundi lerin (yabancı ülkelerde doğan ama İtalyanlarla kan bağı bulunanlara verilen ad) İtalyan ordusuna kaydedildikleri gibi.
Genç Arjantinlilerin Avrupa futbolunun bir parçası olmak için yaptıkları fedakarlıklar tartışılan bir konudur ama pasaport skandalları Di Stefano’nun anayurdundaki sorunlar ufak bir tanesidir. Di Stefano bu problemler yüzünden öfkeli bir biçimde kafasını ellerinin arasına alıyor. “Şiddet” derken ellerini dudaklarına getiriyor. “Ve yoksulluk.”
“Çocuk bir kulübe önerilir ve anne babasına da bir iş teklif edilir” diyor kahvesinden bir yudum alırken. Böylece çocuk bütün ailesini kurtardığı hissine kapılıyor. Daha sonra şöyle diyorlar: ‘Haydi Almanya’ya göç edelim. Almanca konuşamıyoruz ama neler olacağını görürüz.” Di Stefano anlatmak istediklerini varsayımlara dayanarak anlatmayı çok seviyor. “Daha sonra bir Alman mili oyuncuya bakıyorsunuz, harika bir oyuncu; adı da Perez. Peki, Perez nereden geliyor? Buenos Aires. Ya da Cordoba.”
Futbol ile yoksulluk arasındaki ilişki onu endişelendiriyor. Buluşmamızdan bir hafta önce kendisi Barcelona’daki birkaç kulübe gidip Afrika spor okulları için spor giysileri temin etmeye çalışıyordu. “Şöyle ki, futbol topu, forma ve eşofman vermek çok duyarlıca ama asıl ihtiyaçları temiz su ve ilaç” diyor Di Stefano. Belki ikisi de gereklidir. Spor, yoksulluktan kurtulmak için gerçekçi bir hedef ve oyunlar doğrultusuyla birçok çocuğun eksikliğini çektiği eğitim de sağlanabilir. Az da olsa buna bir katkıda bulunduğunu söylediğimde ise başını sallıyor ve hafifçe omzunu silkiyor.
Eusebio, George Best ve Helenio Herrera Di Stefano’yu oyunun tarihindeki en iyi futbolcu olarak gösteriyorlar. Ama kendisi bu tip iddialar olduğunda suskunluğunu koruyor. Yetenekli olduğunu sokaklarda top oynarken ne zaman fark ettiğini sorduğumuzda yine omuz silkiyor, “Ben hiç fark etmedim. Hala da bilmiyorum.” Futbol oynamaya başlamıştı çünkü bunu çok seviyordu. Şimdi bile “Her türlü futbolu seyrederim. Milli maçları ikinci lig maçlarına tercih etmem. Her zaman futbol izlerim ve daima bir şeyler öğrenirim” diyor.
“Bir arkadaşımın ofisinde güzel deri bir top asılı ve üzerinde şöyle yazıyor: ‘Kaç tane davetsiz misafir senin üzerinden hayatını kazandı?’” derken gülümsüyor. “Ona yumuşakça davranmalısın, asla tekmelememelisin” diyor bu topun hakkında. “Onu öldürmek veya uykuya dalmasını istemezsin; onun tadını çıkarmalısın, ondan zevk almalısın.”
Modern futbol ile eski günlerdeki futbolla ilgili basit karşılaştırmalar yapmaya sürekli karşı çıkıyor. “Futbol şimdilerde kesinlikle daha hızlı. İnsanlar gol ve hız istiyorlar. Ama geçmişte oynanan oyunun daha iyi olduğunu söylemeyeceğim çünkü insanlar zırvaladığımı düşünürler.”
Geçmişe olan özlemi, kendisinin futbolun bohemyası olarak adlandırdığı ve günümüzün multi-milyar sterlinlik endüstrisi haline gelmesi ile ilgili. Kahve kültürü, erkeklerin gevezeliği, topa olan aşkın şiirsel doğası onun kuşağı için oyunun tartışılmaz bir bölümüydü.
Oyunun gelişmesi, modernleşmesi ve yeni teknolojileri kullanması gerektiğine ama geçmişe bakılarak da bir şeyler öğrenilebileceğine inanıyor. “Bakın 1930′larda oyuncular sahaya çıkmadan bir tabak spagettiyi mideye indirirlerdi. Sonra herkes fazla yağlardan ve özel diyetlerden bahsetmeye başladı. Peki, bugünlerde birçok doktor ve uzman ne öneriyorlar? Makarna.” Sahada çok az şeyin değiştiğine veya değiştirilmesi gerektiğine inanıyor. “Oyun çok basit. 17 tane kuralı var. Çok az insan bunu bilir.”
Futbolun herhangi bir ülkede diğerinden çok farklı olduğuna inanmıyor. Belki Güney Amerika’nın ve Afrika’nın iyi oyuncular çıkarmaya meyilli olduğunu kabul ediyor ama bunun nedeninden tam olarak emin değil. Dünyanın herhangi bir yerinde oynayabileceğini söylüyor ama imalı bir ironi ile ekliyor: “İngiltere hariç. Hep kafa topu. Ben? Ben ise kafamı düşünmek için kullanırım.”
Bir Arjantinli olarak “Di Stefano ve Maradona bir arada sahada olsalardı ne olabilirdi?” sorusunu sormadan edemiyorum. “Maradona bir fenomendi” diyor hiç tereddüt etmeden. “Bizim birlikte oynayıp oynayamayacağımız… Bunlar benim şu sıralarda yazdığım romana giremeyecek olan varsayımlardan.” Üzerinde çalıştığı bir roman değil, kendi hayatı hakkında bir hikâye ve kurgu olamayacak kadar olağanüstü.
Konuşmamız bitince Don Alfredo Di Stefano küçük kaşmir bir atkıyı tüvit yakasının etrafına sarıyor ve iki eliyle masadan güç alıp yavaşça oturduğu iskemleden kalkıyor ve ağır adımlarla stadyumun araba parkına doğru yürüyor. Onun içinde Galeano’nun söylediği adam var: “Gol ile sonuçlanan her hareketin başlangıcına, ortasında ve sonunda o var ve her renkten gol attı” çünkü “bütün oyun alanı onun ayakkabılarının içine sığıyordu.”
Champions Magazine Issue 31 October/November 2008
Kazandığı Kupalar
  • 5 Avrupa Kupası, 1956, 1957, 1958, 1959, 1960 Real Madrid ile
  • 9 La Liga Birinciliği: 1954, 1955, 1957, 1958, 1959, 1961, 1963, 1964 Real Madrid ile ve 1971 Valencia antrenörüyken
  • 1 Dünya Kulüpler Şampiyonluğu: 1960 Real Madrid ile
  • 1 Copa Del Rey: 1962 Real Madrid ile
  • 1 Copa America : 1947 Arjantin ile
  • 3 Arjantin Şampiyonluğu : 1947 River Plate ile, 1970 Boca Juniors antrenörüyken, 1981 River Plate antrenörüyken
  • 4 Kolombiya Şampiyonluğu: 1949, 1951, 1952, 1953 Millonarios ile
  • (22 Kasım 2008, Sporstudyosu.com)