Sayfalar

27 Kasım 2013 Çarşamba

İstanbul'un Düşüdür Olimpiyatlara Ev Sahipliği Yapmak



Türk spor tarihinin en önemli dönüm noktalarından biriydi 7 Eylül 2013 Cumartesi günü. Ya da dönüm noktası olmaya adaydı diyelim. Ne de olsa bu viraj (gene) dönülemedi ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) yaptığı oylamada Tokyo (Japonya) şehri 2020 Yaz Olimpiyat Oyunları’nı düzenlemeye hak kazandı. İstanbul da son altı adaylık sürecinin beşinde aday olup kazanamayarak bu alanda bir rekorun sahibi olmuş oldu.


Seçim öncesi ve seçim sonrasında uzun uzadıya konuşuldu bu süreç. Ne yapılmalıydı, neler doğru yapıldı, neler yanlış yapıldı, neden aday olduk, neden kazanamadık gibi birçok soru soruldu ve yanıtlanmaya çalışıldı. Tabii ki sporun küresel anlamda en büyük organizasyonu olan Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma hakkını kazanamamayı  yalnızca birkaç nedene indirgemek söz konusu olamaz. Aslında “Neden kazanamadık?” sorusu kadar ‘Kazanamayarak hangi fırsatları kaçırdık?’ sorusunu da tartışmak bir o kadar önemli

Neleri Kaçırdık?


Olimpiyat Oyunları 1896 yapıldığında 14 ayrı ülkeden gelen 241 sporcunun 43 ayrı disiplinde yarıştığı[1] bir organizasyonken, Londra 2012’de bu rakam 204 ayrı ülkeden gelen ve 39 disiplinde yarışan 10,500 sporcuya[2] çıkacaktı. Arada geçen 100 yıldan fazla sürede Oyunlar’ın sadece ‘oyun’ olmaktan çıktığını ve küresel rekabette bir güç gösterisi haline geldiğini rahatça söyleyebiliriz. 204 ülkenin bir araya gelip en iyiyi seçmek için mücadele ettiği, kazanan ülke ve sporcuların da (en azından dört yıl için) alanında dünyanın en iyisi olduğunu kanıtladığı başka bir organizasyon olmadığı âşikar. Dolayısıyla bu çapta bir organizasyona sadece sporcu gönderedek katılmanın yanı sıra ev sahipliği yapmanın getireceği küresel anlamda tanıtım imkanı parayla satın alınamayacak kadar değerli.

Ev sahipliğinin bir başka getirisi ise sporcuların alışkın oldukları tesislerde, seyirci desteği ile yarışacak olmalarının getireceği ekstra motivasyon ve özgüven ile daha başarılı bir Olimpiyat geçirme ihtimallerinin daha fazla olmasıdır. Özellikle Türkiye örneğinde bakarsak, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası bu açıdan iyi bir örnek teşkil etmekte. Her ne kadar başarılı bir jenerasyona sahip olduğumuz bir gerçek olsa da istikrarsız sonuçların ardından gelen Dünya ikinciliği, ev sahibi avantajı ve seyirci desteğinin Türkiye için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Bir diğer kaçan fırsat ise Olimpiyatların kazanılmasıyla yapılması planlanan tesis yatırımının büyük bir kısmının gerçeğe dönüşmeyeceği. Aslında bu konu adaylık sürecimizin de en zayıf halkalarından birini oluşturuyor. 2020 Oyunları için rakiplerimiz olan Madrid ve Tokyo’nun büyük oranda hazır veya yalnızca renovasyon isteyen tesislerini bir avantaj olarak sunmalarına karşılık, İstanbul ancak inşaat projeleri ve ‘hükümetten destek sözü’ vererek bu açığını kapatmaya çalıştı. Tabii, her tamamlanmamış proje risk demek ve risk kelimesi IOC üyelerinin en çok korktuğu kelimelerin başında geliyor.

Bu noktada aslında henüz kaçan bir fırsat yok. Yalnızca bir niyet göstergesi var ki, bu durum İstanbul’un gelecekteki adaylık süreçleri açısından çok önemli bir yer arz ediyor. Tesisleşme konusunda IOC’ye iki mesajdan birini verebiliriz. Ya adaylık sürecinde öne sürülen projelerin ve hükümet desteğinin ev sahipliği kaybedildiği için devam ettirilmeyeceğini söyleyip tesisleşmeye gitmeyiz ve bir sonraki adaylığımızda aynı projeleri ısıtıp masaya koyarız ya da bu sürecin olimpiyat adaylığının bir parçası olmasının yanı sıra ülke sporunun geleceği için atılan bir adım olduğunu ve bu projelerin her türlü destek ile devam ettirileceği mesajını verebiliriz. Haliyle ikinci mesaj İstanbul’un önümüzdeki yıllardaki adaylık süreçleri açısından içinde bulunduğumuz dezavantajlı durumu büyük bir avantaja çevirecektir. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 2012 yılında hazırladığı ve 27 Ocak 2013 tarihinde resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe giren Ulusal Gençlik ve Spor Politikası Belgesi bu konuda olumlu sinyaller veriyor. Ancak bu belgedeki hedefler fazlasıyla geniş koyulmuş durumda ve spor politikası anlamında daha somut adımlara ihtiyaç olacaktır[3].

Spor Mirası


Tesisleşmenin yanı sıra adaylık sürecimizin en zayıf halkalarından bir diğeri olan ‘spor mirası bırakma’ aslında IOC’nin açıkca söylenmese de en çok önem verdiği değerlerden biri. Her ne kadar IOC’nin sadece bir spor organizasyonu olmaktan çıkıp ekonomik ve politik değerleri de içinde barındıran bir kurum olduğunu kabul etsek de, bu yarışmaların her dört yılda bir düzenlenmesi bir gelenek olarak görülüyor ve ev sahipliği yapacak şehirlerin de bu geleneğe sahip çıkması gerekiyor. ‘Olimpik Bildirge’ (Olympic Charter) ismiyle IOC’nin tüm ülkelere gönderdiği dokümanın ilk bölümde ‘Olimpik Hareket’ (Olympic Movement) başlığı adı altında bu değerler açık bir şekilde yazılı[4].

İstanbul’un adaylık dosyasındaki Miras (Legacy) kısmının daha kuvvetli hazırlanmış olması belki tek başına bize adaylığı kazandırmayacaktı ancak daha fazla oy almamıza ve ilerideki adaylıklar için daha sağlam temellere sahip olmamıza neden olurdu. Miras konusuna tesis yönünden bir örnek vermek gerekirse, sadece açılış ve kapanış seramonilerini yapmak ve Oyunlar bittikten sonra bir kısmının sökülerek kapasite indirimine gidilecek olan ‘Boğaziçi Stadyumu’ projesi, olimpik bir miras bırakmaktan ziyade adaylığı kazanmak için atılmış bir adım gibi gözüküyor. Bu ve bunun gibi projeler ne yazık ki kalıcı çözümler  yerine kısa dönemde kazanç (adaylığın kazanılması) sağlayıp geleceğe yatırım düşünülmeden yapılmış ve IOC’nin ‘sportif miras’ ilkesine ters düşen projeler. Önümüzdeki adaylık süreçlerinde dosya hazırlanırken bu tip fikirleri tekrar değerlendirmekte fayda var. 

Ekonomik Fırsatlar


Olimpiyat Oyunları’nın hem akademik alanda hem de pratikte en çok tartışılan konularından biri ise Oyunlar’a ev sahipliği yapmanın bir şehir ve ülke için ekonomik bir fırsat mı yoksa bir yük mü olduğu. Bu tartışmanın kesin bir cevabı henüz verilebilmiş değil. Ancak bir gerçek var ki ev sahipliği yapma konusunda her geçen yıl giderek azalan sayıda şehir aday oluyor. Her yapılan olimpiyatın bütçesi bir öncekinden fazla ve giderek yükselen bu rakam, zaten gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler dışındaki ülkeleri otomatik olarak bu listenin dışında bırakmakta. Artık milyar dolar seviyesine gelmiş devlet destekli büyük ihaleler haline dönüşmüş adaylık süreçleri eğer çok iyi yönetilmezse yıllarca sürecek büyük ekonomik buhranlara neden olabiliyor (Ör: Montreal 76 ve Atina 2004). 


Oyunlar ev sahibi şehirleri böyle bir finansal yük altına soksa da, hem yukarıda bahsettiğimiz tesisleşme konusunda büyük hacimli yatırımlar, hem de Oyunlar süresince ülkeye gelecek turistlerin canlandıracağı lokal ekonomi anlamında birçok fırsatı içinde barındırıyor.

Tesis konusundan yukarıda bahsettik. Olimpiyatların lokal bazda ekonomiyi canlandırması hususu da aslında akademik alanda uzun süredir tartışılan başlıklardan bir diğeri. Artan turist sayısı elbette otel ve restorant işletmecilerini ve turizme yönelik çalışan diğer işletmeleri memnun edecektir. Visa şirketinin 2011 yılında yaptığı bir araştırmaya[5] göre, yedi haftalık Londra 2012 Olimpiyat Oyunları sırasında Londra’da £750 milyon değerinde harcamanın yapılacağı ve bu rakamın £709 milyonunun yabancı turistlerden geleceği ifade ediliyor. Aynı araştırmaya göre eğer olimpiyatlar olmasaydı bu rakam %18 daha az olacaktı. Dolayısıyla sadece Olimpiyat’ın getirisi £41 milyon olarak görünüyor.

Bir başka araştırmada[6] ise, Mark Perryman bu iddiaların tam aksi yönünde gerekçeler sunuyor ve Oyunlar’ın yalnızca IOC’nin çıkarlarına göre düzenlenebileceğini, ev sahibi şehrin ne ekonomik olarak ne de başka türlü ihtiyaçlarını karşılamayacağını iddia ediyor.

Sonuç


İstanbul şehri 1992 yılından beri Olimpiyatlar’a ev sahipliği yapmak için adaylığını koyuyor ve kazanana kadar da bu süreci devam ettirmelidir. Büyüyen bir ekonomiye ve ciddi bir genç nüfusa sahip olan Türkiye, IOC için her zaman güçlü bir aday aslında. Eğer önceki süreçlerde yapılan hatalardan ders çıkarılır ve kısa vadeli adaylık sürecinin kazanılması hedefi yerine uzun vadeli spor mirasının oluşturulması hedef alınarak İstanbul hazırlanırsa, IOC de Olimpiyatlar’ı Türkiye’ye vermek zorunda kalacaktır. Önemli olan, niyetimizin yalnızca bu organizasyonu yapmak değil, IOC Bildirgesi’nde de yazdığı gibi, insanlığın gelişimi ve barış içinde bir yaşam sürdürülebilmesi için sporu kullandığımızı gösterebilmemiz olacaktır.
               

16 Temmuz 2013 Salı

Fransa Bisiklet Turu 2013: 100. Yarış



Spor tarihinde çok az yarışma bir asrı geride bırakma şansını yakalamıştır. Fransa Bisiklet Turu (Tour de France) bu başarıyı yakalayan ender uluslararası spor yarışmalarından biri. Bu yıl 100. defa yarışılacak olan bu tur için bisiklet sporunun 'Dünya Kupası' desek abartmış olmayız.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları sosyal hayatı temelinden değiştirecek birçok icada ev sahipliği yapmıştı. Telefon, buhar makinası ve telegraf gibi hayatı kolaylaştıran yeniliklerin yanında iki icat diğerlerine göre biraz daha ön plandadır: Dikiş makinası ve bisiklet. Dikiş makinası kadınları dikiş odalarına mahkum olmaktan kurtarmış ve üretimi hızlandırmıştı. Bisiklet ise herkese ucuz, temiz ve güvenilir bir seyahat imkanı sağlayacaktı. Bu dönemde özellikle Fransa'da bisiklete olan ilgi öylesine büyüktü ki, 1893 yılında Fransa Hükümeti 'Bisiklet Vergisi'ni hayata geçirdiğinde yaklaşık bir milyona kişi bu vergiyi ödemeye başladı.

Fransa Bisiklet Turu (Tur) 19. yüzyılın sonlarında Fransa'da giderek artan bisiklet merakının bir dışavurumudur aslında. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarını kapsayan endüstriyelleşme hareketi sırasında iş adamları için en iyi reklam ve tanıtım imkanını spor gazeteleri sağlamaktaydı. Pierre Giffard'ın sahibi olduğu Le Velo günlük 80,000 tirajla bu alanda zirvedeydi ve birçok iş alanı için ideal bir reklam imkanı sağlıyordu. Bisiklet fabrikası sahibi Comte Dion da Giffard'ın bu anlamda en iyi müşterilerinden biriydi. 1899 yılında yaşanan bir olay ise bu iki insanı ezeli düşman haline getirecek ve Fransa Bisiklet Turu'nun başlamasına neden olacaktı.


Yıl 1899. Fransız ordusunda görevli Alsace'li bir Yahudi olan Alfred Dreyfus, Paris'teki Alman Ateşesi'yle askeri sırları paylaşırken yakalanır. Dreyfus ömür boyu hapse mahkum edilir ve Şeytan Adası'ndaki hapishaneye gönderilir. Ancak mahkeme sürecinde birçok usülsüzlük yapılır ve bu durum halkı ikiye böler. Bir tarafta düşmana sırları verdiği için Dreyfus'un her türlü cezayı hakettiğini düşünen ve Giffard'ın da desteklediği sosyalist ve aşırı cumhuriyetçi kesim, öteki tarafta ise kararın verilmesi sürecinde insan haklarına ve adalete aykırı davranıldığını düşünen ve Dreyfus'un serbest kalmasını isteyen Dion'un da desteklediği liberal kesim vardır. Yaşanan bu fikir ayrılığından Dreyfus lobisi baskın çıkar ve ceza 10 yıla indirilir. Fakat yapılan ikinci mahkemedeki usulsüzlükler de büyük tepki çeker ve 3. Cumhuriyet Hükümeti en sonunda baskıya dayanamayarak Dreyfus'u affeder. 1906'daki üçüncü mahkemede Dreyfus serbest bırakılır.

Bu sürecin Fransa ve dünya bisikleti için en olumlu yanı ise ülkedeki bu kaotik durumdan Fransa Bisiklet Turu'nun çıkmasıdır. O dönemde hükümet karşıtı görüşü destekleyenlerin arasında olan Comte Dion da gözaltına alınanlar arasındadır. Giffard Dion'u hapishanede ziyaret eder ancak savundukları zıt görüşler dolayısyla kavga ederler. Giffard gazetesinde Dreyfus karşıtı yazılar ve haberler yayınlamaya başlar, Dion da Giffard'ın gazetesi olan Le Velo'dan tüm reklamlarını çeker. Reklamlarını nereye vermesi gerektiğine bir türlü karar veremeyen Dion, Edouard Michelin ve Adolphe Clement gibi iş adamları işe görüşür ve Le Velo'ya rakip bir spor gazetesini kurma kararı ortaya atılır. Böylece Tur'un fikir sahipliğini yapacak olan L'Auto Velo gazetesi kurulmuş olur. L'Auto Velo'nun editörlüğüne eski dünya zamana karşı bisiklet yarışı şampiyonu Henri Desgrange getirilir. 'Tiraj Savaşları' başlamıştır.

Artık Giffard ve Dion iki rakip spor gazetesinin sahipleridir ve her alanda rekabet başlamıştır. İlk atak Giffard'dan gelir ve Dion'un gazetesinin ismindeki 'Velo' kelimesinin kendi gazetesinin ismi olduğunu ve bu durumun rekabet yasasına aykırı olduğundan kaldırılması gerektiğini söyler. Mahkeme de aynı fikirdedir ve gazetenin ismi L'Auto olarak değiştirilir.


O dönemde Fransa'da bisiklet en çok takip edilen spordur ancak en büyük ilgiyi pist yarışları alır, yol yarışlarına ilgi henüz azdır. Zaten organizatörler de çok masraflı olmaları ve daha zor takip edilebilmeleri yüzünden yol yarışlarına yatırım yapmaya yanaşmazlar. Dion ve Giffard da bu durumun farkındadır ancak Le Velo bu konuda bir adım öndedir. 1891'de sponsorluğunu yaptığı Bourdeaux-Paris yarışı ve 1896 ve 1901'de düzenlediği Paris-Rubaix yol yarışları büyük ilgi görmüştür. Ancak bu yarışlar masrafları nedeniyle sadece belli bölgeleri kapsayacak genişliktedir ve tüm Fransa'yı baştan sona geçecek bir yarış düzenlemeyi henüz kimse göze alamaz. Zaten o dönemdeki bisiklet donanımları ve yol şartları ile sporcular ancak 2-3 günlük ancak yarışları kaldırabilmektedirler. İşte bu noktada L'Auto gazetesi editörü olan Desgrange'nin yardımcısı bir fikir ortaya atar. "Neden Fransa Bisiklet Turu'nu düzenlemiyoruz ki?" Bu fikir beklenilen klasik cevapları alır. "Çünkü çok uzun, çok masraflı ve sporcular için çok yorucu." Ancak fikir Desgrange'nin aklına yatmıştır ve yarışın uzunluğu ve yoruculuğunu engellemek için etaplara bölerek yapılabileceği düşünülür. Ocak 1903'te L'Auto Gazetesi ilk duyuruyu yapar. 31 Mayıs'tan 5 Temmuz'a kadar 6 etap sürecek ve 2,428km uzunluğundaki yarışa hekes davetlidir. Bu haber ülke çapında büyük ilgi çeker ancak yarışın başlamasına bir hafta kala yalnızca 15 bisikletçi kaydını yaptırmıştır. Turun zorluğu ve daha önce yapılmamış olması insanların tereddüt etmesine neden olur. Bu durum karşısında Desgrange de yarış şartlarını yumuşatır. Tur 1-19 Temmuz arasında, 5 etapta koşulacaktır ve giriş ücretinde indirime gidilir. 1 Temmuz saat 3.16'da 21 sponsorlu ve 39 serbest sporcu Paris'in 18km güneyinden yarışa başlar. İlk Fransa Bisiklet Turu başlamıştır artık.


Geçtiğimiz 110 yıl içerisinde Fransa Bisiklet Turu dünya savaşları ve çeşitli sebepler nedeniyle ancak 99 defa yapılabildi. Bu sene 100.sü gerçekleşecek olan Tur 29 Haziran - 21 Temmuz tarihleri arasında düzenlenecek. Geçen bir asırda nice hikayelere sahne olan, tarihe kazınacak rekorlara imza atılan ve efsane sporcular çıkartan Tur, ilk defa yapıldığı 1903'ten çok farklıdır artık. Dünya'nın dört bir yanından 22 takımın katıldığı yüzlerce sporcunun yarıştığı onlarca ülkede canlı yayınlanan uluslararası bir etkinliktir Fransa Bisiklet Turu.

(Bu yazı Kadir Has Üniversitesi Panorama Dergisi'nin 11. sayısında yayınlanmıştır.)

28 Mart 2013 Perşembe

Felaketten Geleceğe: Hillsborough Faciası



Futbol tarihinde birçok facia, felaket ve kaza vardır. Birçok üst düzey takımın uçağı düşmüş, otobüsü kaza yapmış ya da stadyumlarında ölümle sonuçlanan olaylar yaşanmıştır. Ancak bunların hiçbiri 1989'da yaşanan Hillsborough Faciası'na benzemez. Hillsborough'u diğerlerinden ayıran nokta ise bu olayın ardından İngiltere hükümetinin ve futbol otoritelerinin atacağı adımlar sayesinde İngiliz futbolunun küresel olarak takip edilen bir marka haline dönüşmesidir. 96 taraftarın hayatını kaybettiği bu facia aslında birçok ülkeye örnek teşkil eden İngiliz futbol modelinin de çıkış noktası olacaktır.

Stadyumlarımızın eskidiği ve sporda profesyonel yönetim anlayışını mumla aradığımız şu günlerde, tarihin en büyük spor felaketlerinden birinin en başarılı spor yönetimi anlayışı haline gelişini incelemek belki dünya futbolunda nerede olduğumuzu biraz daha sorgulamamızı sağlayacaktır.

Nottingham, İngiltere.15 Nisan 1989.

İngiltere Federasyon Kupası (FA Cup) Yarı Final maçı birazdan başlayacak. ‘Tam bir futbol havası’ denir ya, işte öyle güzel bir hava var Hillsborough (Sheffield, İngiltere) semalarında. Her sene olduğu gibi takımlar tarafsız sahada tek maç üzerinden kozlarını paylaşacaklar. 70’lerin başından bu yana hem Avrupa’yı hem de İngiliz futbolunu domine eden Liverpol FC’nin rakibi 1865’te kurulmuş İngiltere’nin köklü futbol kulüplerinden Nottingham Forest. Tribünler tıklım tıklım. Maçı takip eden herkes kıyasıya bir mücadeleye tanıklık edeceğine emin gibi. Ve ilk düdük çalıyor...

Keşke bu dakikadan sonra anlatılanlar o günkü efsanevi futbol, atılan sayısız gol, tribünlerin unutulmaz şovları olabilseydi. Ancak gerçek şu ki, maçın başlamasından dakikalar sonra kale arkasındaki tribün olan 'Leppings Lane’de yaşananlar futbol tarihinin en acı hikayesi olarak hafızalara kazınacaktır. O günden sonra ‘Hillsborough’ ismi maçın oynandığı stadyumun ismi olmaktan çıkıp, dünya futbolunun en büyük trajedilerinden biri olarak anılacaktır. 96 Liverpool taraftarının tribünde sıkışarak can verdiği ‘Hillsborough Faciası’. 


Facianın ertesi günü neredeyse tüm medya kuruluşları tribünlerdeki 'binlerce alkolik holiganın taşkınlıkları’ yüzünden bu olayın yaşandığına emin gibiydi. Ne de olsa 80'lerde ortada bir holiganizm gerçeği vardı ve en kolayı en belirgin hedefi suçlamaktı. Stadyumda o gün görevli olan Sheffield Polis Gücü de suçu taraftarlara atıyordu. Ne de olsa her zaman olay çıkaran onlar değil miydi? Ancak kısa süre sonra gerçeğin çok farklı olduğu ortaya çıkacaktı.

Geçen yirmi dört yılda bu trajik olayla ilgili belki binlerce haber yapıldı, belgeseller çekildi, o gün stadyumda bulunan taraftarların anlattıkları milyonlara ulaştı. Hayatını kaybeden 96 futbolsever, otoritelere İngiltere’de futbolun kontrolden çıktığını ve tek endişelerinin holiganizm olmadığını gözler önüne serecekti. Eskiyen stadyumlar, insan sağlığından önce disipline önem veren polis güçleri, holiganizme çare bulmaya çalışmaktan futbolu yönetmeyi unutan federasyon ve devlet yetkilileri. İşte tüm bu unsurlar 15 Nisan 1989’da doruk noktasına ulaştı ve 96 taraftarların hayatını kaybetmesine neden oldu. O günden itibaren İngiliz futbolu asla eskisi gibi olmayacaktı.

Faciadan hemen sonra kurulan araştırma ekibinin başında olan Lord Justice Taylor Ağustos aynı yıl içinde bir ön rapor yayınladı. Bu rapora göre suçlunun medya ve polisin belirttiği gibi taraftarlar değil, aksine kalabalığı yönetmeyi beceremeyen polis güçleri ve stadyumda geçmiş yıllarda aynı sıkıntıları daha küçük olaylarla atlatan ancak bu konuda hiçbir önlem almayan Sheffield Wednesday kulübü olduğunu açıklayacaktı. Yayınlanan ön raporun ardından Ocak 1990’da Lord Taylor raporun son halini de yayınlayacak ve açıkca görülecekti ki taraftarlar bu olayda suçlu değil kurban konumundalardı. Peki o zaman suçlular tespit edilecek ve adalete teslim edilecekler miydi? Ne yazık ki adaletin gerçekleşmesi için yirmi yıldan fazla süre beklememiz gerekecekti.


1990’da yayınlanan Taylor Raporu’nun ardından mahkeme delilleri inceledi, tanıkların ifadelerini analiz etti ve kararı açıkladı: Kimse suçlu değildir! Mahkemeye göre bu olaylar engellenemezdi çünkü çok sayıda taraftar olayın içindeydi ve oluşan kalabalığın baskısıyla gelişen bu durum ancak ‘kaza’ olarak nitelendirilebilirdi. Hayatını kaybeden taraftarların yakınları bu karar üzerine tepkilerini ortaya koydular ancak karar açıklanmıştı ve Hillsborough dosyasının bu şekildeüstü örtülecekti.

2010 yılına gelene kadar her sene 15 Nisan'da binlerce futbolsever bu faciayı anımsayacak ve mahkemenin verdiği kararın haksızlığını bir kez daha umutsuzca eleştirecekti. Ancak Ocak 2010'da İngiliz Hükümeti beklenmedik bir hareketle 'Bağımsız Hillsborough Paneli’ni oluşturdu ve davanın tüm delillerinin bir araya getirilerek tekrar incelenmesine hükmetti. Gerçeklerin ortaya çıkması ve suçluların cezalandırılması süreci böylece başlamış oluyordu.

Bu sürecin son halkası ise 1989’da hayatını yitiren taraftarlardan biri olan Kevin Williams’ın annesinin çabaları olacaktı. Facianın gerçekleştiği günden bu güne kişisel araştırmalarını sürdüren anne Williams oğlunun resmi raporlarda bahsedildiği gibi 3.15’de, yani olayın gerçekleşmesinin dakikalar ardından ölmediğini, saat 4.00’a kadar hayatta olduğunu ancak saat 3.15’te herkesin öldüğü raporunun verildiği için kimseye bir müdahelede bulunulmadığından oğlunun hayatını kaybettiğini fark etti. Eğer gerekli müdahele yapılsaydı belki oğlu bugün yaşıyor olacaktı. Oğluyla aynı kaderi yaşayan başkaları da vardı.

Anne Williams bu bulgusunu Hillsborough’da o gün stadyumda görevli olan ve oğlu ile iletişime geçmiş kişilere de doğrulattı. Saat 3.50’de Kevin’in yanına yaklaşan bir polis memuresi onun ağzından son sözlerini işitecekti: “Anne!” Belki de bu sözler anne Williams’ın oğlunun ölümünün gerçek suçlularının ortaya çıkartılması için ona araştırma azmini veriyordu. Adalet ise ancak 12 Eylül 2012’de yerini bulacaktı.


12 Eylül 2012’de Bağımsız Hillsborough Paneli araştırmalarının sonucunu açıkladı. 450.000 sayfa dokümanı inceleyen panel üyeleri yeni bulgulara ulaşmışlardı. 1989’da görevli olan ve saat 3.15’te 96 taraftarın da kesinlikle öldüğüne hükmeden görevli memur yanılıyordu. Yapılan araştırmalar sonucunda Kevin gibi 27 kişinin daha 3.15’te henüz yaşıyabiliyor olacağı ve yeterli müdahele yapılması halinde kurtarılabilme ihtimallerinin olduğunu ortaya koyacaktı. O gün verilen 3.15 teşhisi yüzünden yapılmayan detaylı inceleme, tam 23 yıl sonra yapılacak ve hayatını kaybedenlerin aileleri en azından sevdiklerinin nasıl hayata göz yumduklarını öğrenebileceklerdi. 

Artık herkes bu trajedinin sorumlusunun o gün stadyuma gelen taraftarlar olmadığının farkında. Gerek o gün görevli olan polis gücü, gerek stadyumun altyapısından sorumlu olan Sheffield Wednesday kulübü, gerekse de İngiltere Futbol Federasyonu bu trajedinin mimarlarıydı.

O günden sonra İngiliz hükümeti ve futbol otoriteleri holiganizme, eskiyen stadyumlara, profesyonel olmayan yönetim analyışlarına ve futbolun modernleşmesi önündeki tüm engellere amansız bir savaş ilan edecekti. Hükümet desteği ile neredeyse tüm stadyumlar gözden geçirilecek, kulüp yöneticilerinin hareketleri daha sıkı incelenecek ve saha içinde ve dışında çalışan herkesin özenle seçilmesi konusunda kurallar ve yönetmelikler yayınlayacaklardı. Daha da önemlisi bu gelişmelere ayak uyduramayanların gözlerinin yaşına bakılmayacak ve ağır yaptırımlar uygulanacaktı. 

Hillsborough'da 96 kişi hayatını kaybetti amao gün başlayan değişim İngiliz futbolunun günümüzdeki gıpta edilecek noktaya getiren sürecin de başlangıcı olacaktı. İngilizler değişime ihtiyaçları olduğunu çok acı bir deneyimle kavrayabildiler. En azından Hillsborough'u örnek alarak bizler de eskiyen stadyumlarımızı ve aynı şekilde eskiyen yönetim modellerimizi değiştirsek ne kadar güzel olurdu, öyle değil mi?

Bu yazı Trabzonspor Dergisi'nin Mart 2013 (108) sayısında yayınlanmıştır.

12 Mart 2013 Salı

Winning the 2020 Olympics: Miracle or Financial Burden?



In 1992, Istanbul was one of the candidate cities to hold the 2000 Olympic Games along with Berlin, Manchester, Beijing and the eventual winner Sydney. That nomination was only the beginning of a long journey for Istanbul. During the last 21 years, Istanbul has been the candidate city for 2004, 2008, 2012 and lastly 2020 Games. First four nominations were failures but the city have learnt a lot about the process during these years. For 2020, Istanbul seems to be the favorite candidate if we consider the long nomination history and the the fact that Tokyo and Madrid had been given the right to host the Games before. Of course there are many factors to be considered, but these two can be considered as the prominent ones.

The important question here is that if Istanbul wins the 2020 Olympics, is it going to be the sign of a bright future for the Turkish sport, or is it going to be a short-term excitement and long-term financial burden for the city? The answer to this question depends on the strategic management decisions to be given by the Istanbul Olympic Games Organizing Committee and the Municipality of Istanbul.

We can divide this analysis into three parts: Organizational, Financial and Cultural Expectations.
From an organizational point of view, the organizing committee has a huge role. Istanbul has a 12 million population and the major problems will be the logistical difficulties concerning tight schedules of the various competitions. Although there has been major sports tournaments organized in Istanbul recently (i.e. 2010 World Basketball Championship, 2012 World Swimming Championship (25m) and so on), none of them were multi-sport or multi-venue events. Therefore it was relatively easy to organize an event under one facility. On the other hand, Olympic Games will be a multi-sport event with simultaneous  competitions going on all around the city. It is going to be a major challenge.

From a financial point of view, we can see that there are many examples of Olympics that have caused heavy financial burdens for the city it was held in. The worst example in my knowledge is the Montreal 1976 Games which had created hundreds of millions of dollars debt to be paid by the municipality government over a course of 30 years after the games have finished. Also on the other hand there is the 1984 Los Angeles Olympic Games which was known to be the first Olympic Games that was organized totally by the support of private companies, therefore creating almost no burden on the city government. Istanbul has to choose wisely how to deal with the financial burden of the highly demanding Olympic Games and form a thorough strategic plan accordingly.

From a cultural point of view, the biggest challenge for Istanbul will definitely be to attract the citizens to follow the games live at the stadiums/arenas/courts etc. The major problem with the Turkish audience will be to create an interest to watch 'non-football' games. Unfortunately, Turkey is a pro-football country and even the government does not give enough emphasis on other sports. Only football is accepted legally as a professional sport and only the football federation has a separate law of establishment in order to make it fully autonomous. The rest of the sports have individual autonomous federations but they are all governed under one umbrella: The Sports Directorate General under the Youth and Sports Ministry.

The major challenge of organizing the 2020 Games will be how to create a sporting legacy for the future generations. If we are to forget the Olympics when the 2020/21 football season starts, then all the effort put together by thousands of people since the first nomination in 1992, will be for nothing. Of course hosting the Olympic Games will be a priceless marketing opportunity for the city and for the country, but it should be a secondary reason behind the sporting legacy it will leave for the people of Turkey. The best example of this legacy creation can be seen at the city of Barcelona. After hosting the 1992 Olympics, Barcelona has become one of the best sporting cities around Europe and also one of the best touristic locations because of the publicity the Olympics has brought. Not only Barcelona, but whole Spain has taken advantage of this opportunity and prospered as a sports nation. Currently Spain is considered as one of the most successful sporting countries of Europe for the last 20 years in general.

Istanbul has the potential to host one of the most successful Olympics ever held in the history of the Games. It is a bridge between the West and the East and although football is the most followed sport in Turkey, people are open to engage with different sports if the right opportunity is given to them. It is hard to create a sporting culture in 7 years, but if the Olympic Games are given to Istanbul, that may be the spark we need to prosper as a fully sporting country.

Published at www.globalsportsjobs.com on 27 February 2013.