Sayfalar

16 Ekim 2014 Perşembe

Menajerler Gidiyor, Aracılar Geliyor




Bir yaz transfer sezonunun daha sonuna geldik. Avrupa’da ligler başladı. Şampiyonluk hedefiyle yola çıkan takımların çoğu, üç basamaklı milyon dolarlar seviyesinde transfer harcamaları yaparken, her zaman olduğu gibi taraftarlarını da katıldıkları kupaların en büyük favorileri olduklarına ikna etmiş durumdalar. Futbolcular ise gene hayallerindeki takımlara imza attılar!

Futbol dünyamızda olup biten bu gelişmeleri oyunun esaslı takipçileri olarak medyadan anbean takip ediyoruz. Tüm bu transfer sürecinin perde arkasındaki aktörler olan futbolcu menajerlerini ise çoğu zaman gözden kaçırmaktayız.

Her yıl olduğu gibi 2014 yaz transfer sezonunda da on binlerce futbolcu kulüplerini değiştirdiler. Birçoğu ise kulübüyle olan sözleşmelerini uzattı. Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği FIFA’nın yayınladığı rapora  göre tüm futbolcu transferleri için ödenen miktar 3.7 milyar dolara yaklaşmış durumda.

Tüm bu transfer hareketleri sonucunda ise kazançlı çıkanlar her zamanki gibi futbolcu menajerleri oldu. Aynı rapora göre bu transferlere aracılık yapan menajerlerin aldıkları toplam komisyon miktarı bir sene önceye göre yüzde 31 oranında artmış.

FIFA, menajerlerin transfer piyasasındaki etkilerini azaltmak için önümüzdeki yıldan itibaren menajerlik müessesesini sona erdirme kararı aldı. Menajerler, yerlerini lisans almadan çalışacak olan ‘aracı’ kişi ve kurumlara bırakacaklar.
Emir Güney, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü

FIFA yönetimiyse bu büyümeden hiç memnun değil. Menajerlerin transfer piyasasındaki bu etkilerini azaltmak için önümüzdeki yıldan itibaren menajerlik müessesesini sona erdirme kararı aldı. Bu durumda menajerler, yerlerini lisans almadan çalışacak olan ‘aracı’ kişi ve kurumlara bırakacaklar.

Peki, FIFA neden böyle kökten bir değişikliğe gitme ihtiyacı hissetti? Bu sorunun cevabını menajerlik müessesesinin tarihsel gelişimini incelediğimizde görebiliyoruz.

1991: Menajerlere lisans zorunluluğu

FIFA, 1991 yılında futbolcu transferlerinde el değiştiren paranın üçüncü şahıslara giden kısmını regüle etmek için yeni bir sistem yaratır. Artık futbolcuların transfer dönemlerinde kulüplerle bağlantıya geçmesine aracılık eden ve bu hizmeti karşılığında komisyon alan kişiler, bir lisans sahibi olmak zorundadır. Bu lisansın adı ‘Futbolcu Menajeri Lisansı’ olarak tanımlanır. Bundan böyle FIFA, bu lisansı Zürih’te bulunan merkezinde, resmi dillerinden  birinde ve yalnızca yılda iki defa yaptığı sınav karşılığında verecektir. Menajerlik yapmak isteyenlerin, bu sınavın ücretini ödemek dışında bazı sigorta yükümlülükleri de olacaktır. FIFA, yaptığı bu değişiklikler sayesinde her isteyenin menajerlik yapmasının da önüne geçmiş olur.

Aslında o dönemde bu sistemin getirilmesindeki esas amaç, gelecek vadeden genç futbolcuların kariyerlerini, kişisel çıkarları (ör: daha fazla komisyon almak, rant sağlamak, bağlantı kurmak, vb.) uğruna heba eden üçüncü kişileri kontrol altında tutmaktır. Ancak 2000’li yıllara girilirken bu lisansın yalnızca Zürih’ten verilebiliyor olması, oluşan büyük başvuru rakamları nedeniyle sıkıntıya sebep olur. Dolayısıyla FIFA 2001 yılında Oyuncu Menajerleri Yönetmeliği’ni yürürlüğe koyar ve lisanslama yetkisini ülke federasyonlarına devreder.

Sınav gene FIFA’nın resmi dillerinden birinde yapılacaktır. Her ne kadar kontrol federasyonlarda da olsa, merkezi sistem yine ağırlıktadır. Sınavda sorulacak yirmi sorunun on beşi FIFA, beşi ise ülke federasyonu tarafından hazırlanır. Dolayısıyla bu lisansı alabilmek için hala belirli bir düzeyde uluslararası hukuk ve spor yönetimi bilgisine ihtiyaç duyulmaktadır.

2008: Ulusal federasyonlar kontrolü ele alıyor

2008 yılına gelindiğinde ise FIFA yeni bir yönetmelik çıkarma ihtiyacı hisseder. Menajerlik başvurusunun bir hayli zor olması, sınavların yılda iki defa ve yalnızca FIFA dillerinde yapılıyor olması birçok insanı kayıt dışı menajerliğe itmiştir. Bunun önüne geçmek isteyen FIFA, ulusal federasyonlara kendi yönetmeliklerini hazırlama ve sınavları kendi dillerinde yapma yetkisini verir.

Bu değişimle birlikte menajerlik başvurularında yeniden patlama yaşanır. Ancak sınavın zorluğu ve başvuru koşullarının ağırlığı nedeniyle hâlâ her isteyen menajer olamamakta ve seçici süreç devreye girmektedir. Her ne kadar dünya çapındaki menajerlerin sayısı artmış olsa da, az sayıdaki menajer futbol piyasasına hükmetmeye devam eder.

Jorge Mendes’in 18 yıllık menajerlik kariyeri boyunca transferine aracılık yaptığı oyuncuların toplam değeri 1 milyar sterlini aşmış durumda.
Emir Güney, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü

Bu menajerlerin en tanınmışlarından biri olan Jorge Mendes günümüzdeki en ünlü oyuncu portföyüne sahip menajer olarak göze çarpmakta. Real Madrid’den Cristiano Ronaldo, Pepe ve James Rodriguez, Manchester United’dan Falcao ve Angel di Maria, Chelsea’den Diogo Costa ve PSG’den Thiago Silva gibi elit düzeyde birçok oyuncunun temsilciliğini yapan Portekizli menajer, her transfer döneminde bu oyunculardan en az birinin transferine aracılık etmekte ve dolayısıyla ödenen büyük rakamlardan payına düşen komisyonu da almakta.

İngiliz The Mail gazetesinin 6 Eylül 2014 tarihli haberine göre, Mendes’in 18 yıllık menajerlik kariyeri boyunca transferine aracılık yaptığı oyuncuların toplam değeri 1 milyar sterlini aşmış durumda. Bir dönem Beşiktaş’ta oynayan Hugo Almeida da Mendes’in müvekkilleri arasında.

2015: Futbolcu menajerliği tarihe karışıyor

Geride kalan yirmi üç yılda menajerlerin transfer piyasasına yaptıkları müdaheleler FIFA’yı bir çözüm aramaya iter. Bu problemin en büyük çıkış noktası ise FIFA yönetmeliklerinin kapsamı dışında tutulan futbolcunun eşi, kardeşi veya ebeveynlerinin lisanssız menajerlik yapabilmesidir.

Bu süre zarfında kayıt dışı menajerlik çalışmaları nedeniyle birçok futbolcu ve kulüp mağdur durumda kalmış, ‘Menajer-oyuncu-kulüp’ üçgeni içerisinde sayısız dava açılmıştır. Sonuç olarak bu durumu hiçbir zaman tam olarak kontrol edemeyeceğini fark eden FIFA Yönetim Kurulu, 21 Mart 2014 tarihinde önemli bir karara imza atar. Menajerlik lisanslama sistemini 1 Nisan 2015 tarihi itibarıyla yürürlükten kaldıracağını belirten FIFA,   ‘Aracılarla Çalışma Yönetmeliği’ni yürürlüğe koyar.

Günümüzde menajerlerin aracı oldukları büyük transferlerden tek seferde milyonlarca dolar kazanç sağlama durumları söz konusu. Halbuki bu büyüklükte ücretlerin telaffuz edildiği ve genç futbolcuların kariyerlerinin henüz başında verecekleri kararları doğrudan etkileyen menajerlerin büyük bir çoğunluğu (yüzde 70-75) bu işi lisanslı olarak yapmıyor. Yani, FIFA’nın ve ulusal federasyonlarının herhangi bir regülasyonuna tâbi değiller. Bu da demek oluyor ki kulüpler, futbolcular ve federasyonlar ile lisanssız menajerler arasında hukuki bir uyuşmazlık söz konusu olduğunda FIFA ve/veya ulusal federasyonların bu menajerler üzerinde hiçbir sportif ve maddi yaptırımda bulunma güçleri yok.

Mart 2014’te ilan edilen Aracılarla Çalışma Yönetmeliği’nin hedefi ise bu eksikliği gidermek. FIFA, aracılık sisteminin düzenlenmesinde tüm yetkiyi yerel federasyonlara bırakmış durumda. Aracıların tek sorumluluğu; sezon başında bağlı oldukları federasyona başvurup kendilerini kayıt ettirmeleri olacak. Yani, menajer lisanslama sürecinde olduğu gibi sınava girmek, büyük meblağlarda sigorta yaptırmak ve lisans alabilmek için diğer bürokratik işlemlerle uğraşmak zorunda değiller.

Aracılık sisteminin menajerlik sisteminden en büyük farkı FIFA’nın sınav sistemini tamamıyla ortadan kaldırmış olması. Artık bu görevi yerine getirmek isteyen gerçek ve tüzel kişiler yalnızca kendi ülkelerinin federasyonuna başvuru yaparak isimlerini kayıt altına aldıracak ve başka bir işlem yapmalarına gerek kalmayacak.
Emir Güney, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü

Tabii bu başvuruyu yaparken ‘Aracılık Beyannamesi’ni imzalamaları da gerekiyor. Bu döküman sayesinde ilgili ulusal federasyon ve FIFA, tüm aracılar üzerinde denetim yetkisi kazanmakta. Tüm bunlar FIFA’nın lisanssız menajerler ve lisansı olmadan menajerlik yapma hakkı olan kişiler karşısında yıllardır yaşadığı yetkisizlik probleminin de sona ermesi demek.

FIFA Aracılarla Çalışma Yönetmeliği’nin getirdiği yenilikler
 
Aracılık sisteminin menajerlik sisteminden en büyük farkı FIFA’nın sınav sistemini tamamıyla ortadan kaldırmış olması. Artık bu görevi yerine getirmek isteyen gerçek ve tüzel kişiler yalnızca kendi ülkelerinin federasyonuna başvuru yaparak isimlerini kayıt altına aldıracak ve başka bir işlem yapmalarına gerek kalmayacak.

Aracılığın menajerlikten bir diğer önemli farkı ise aracılık hizmetinin tüzel kişilik olarak da verilebiliyor olması. Böylece çok ortaklı aracılık şirketlerinin oluşturulması ve futbol transfer piyasasının bu şirketler tarafından yönetilmesi önünde yasal bir engel kalmamış durumda.

Bu sistemin bir başka önemli özelliği ise yürürlükten kalkacak sınav sistemi sayesinde artık isteyen herkesin bu piyasaya girebilecek olması. FIFA’nın kendi üzerindeki baskıyı yok etmek için başvurduğu bu çözüm, daha şimdiden yeni oluşacak düzenin en büyük eleştiri noktalarından biri haline gelmiş durumda.

Sınav sürecine tâbi olmadan temsiliyet hakkı kazanan kişilerin, bu hakkı sınavla kazanmış olanlarla aynı spor yönetimi ve spor hukuku bilgi düzeyinde olmalarını beklemek hayalcilik olacaktır. Özellikle de kariyerlerinin başında bulunan genç futbolcuların verecekleri transfer kararlarında bu kişilerin yönlendirmeleri hayati rol oynayacaktır. Bu duruma karşı FIFA’nın yeni yönetmeliğinde aldığı tek önlem ise aracıların 18 yaşın altında transfer olan futbolculardan komisyon alamayacak olmaları.

Ulusal federasyonların FIFA’nın Mart 2014’te yürürlüğe koyduğu çatı yönetmeliği örnek alarak, ilgili ulusal yönetmeliklerini yayınlamaları ve aracılar için bir başvuru sistemini en kısa sürede uygulamaya geçirmeleri gerekiyor. Çünkü Nisan 2015 itibarıyla dünya çapında tüm futbolcu menajerlik lisansları geçerliliklerini yitirmiş olacaklar.

Karşıt görüşler

300’ü aşkın üyesi ile güçlü bir lobiye sahip olan İngiltere merkezli Oyuncu Menajerleri Birliği, FIFA’nın verdiği bu karara karşı Ağustos ayında Avrupa Komisyonu’na bir itirazda bulundu. Birliğe göre; yeni sistem kalifiye olup olmadığına bakılmadan herkesin menajerlik yapmasını sağladığı için aslında şu anda yürürlükte olan sistemden daha da tehlikeli.

Yeni sistemle birlikte, futbolla alakası olmayan birçok insanın sırf para kazanmak için bu alana girmek isteyeceği ve transfer piyasasının tamamen bir rant alanına dönüşeceği iddia ediliyor. Sonuç olarak sporcunun geleceğinin ön planda olmadığı, kâr odaklı yeni bir düzenin hüküm sürme ihtimali bir hayli yüksek görünüyor.
Bu değişimin en büyük etkisini şüphesiz şu anda aktif olarak lisanslı menajerlik yapan kişiler hissedecekler.

FIFA’nın Ağustos 2014 verilerine göre dünyada kayıtlı 6 bin 384 adet lisanslı futbolcu menajeri var. Ancak bu rakama futbolcunun ebeveyn, eş ve kardeşi olarak lisanssız menajerlik yapan kişiler dahil değil. Dolayısıyla aktif ve yasal olarak bu işi yapan kişi sayısı aslında çok daha fazla. En çok lisanslı menajere sahip ülke ise 1062 menajerle İtalya. İtalya’yı 609 menajer ile İspanya, 547 menajer ile İngiltere, 455 menajer ile Almanya ve 224 menajer ile Arjantin takip ediyor. Türkiye ise 176 menajerle bu listede sekizinci sırada bulunuyor.

FIFA, menajerlere karşı yıllardır verdiği savaşı kazanamayacağını anladığı anda çözümü, sistemi tamamen ortadan kaldırmakta buldu. Yeni düzende tüm sorumluluk aracıları kullanan futbolcular ve kulüplerde olacak. Ancak 1991’de ilk lisanslar verilmeye başlandığında o zamanın şartlarında çok başarılı olması beklenen menajerlik sisteminin bugün geldiği nokta ortada. Yeni sistemin işleyişinin ne kadar verimli olacağını ve bahsi geçen sorunları çözüp çözmeyeceğini ise bizlere zaman gösterecek.

Bu yazı 8 Ekim 2014 tarihinde Al Jazeera Türkiye websitesinin Spor bölümünde Görüş Yazısı olarak yayınlanmıştır.

24 Ağustos 2014 Pazar

Spor Hukukuyla Maç Kazanmak



UEFA Şampiyonlar Ligi üçüncü eleme turu maçları 29-30 Temmuz ve 5-6 Ağustos tarihlerinde oynandı. Bu turda elenen takımlar UEFA Avrupa Ligi play-off turundan yoluna devam ediyor. Rakipleri karşısında iki maç sonunda üstün gelen takımlar ise Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kalabilmek için son aşama olan play-off turuna kaldılar.

Ancak bu seneki üçüncü turda öyle bir takım var ki, iki maçta da rakibine karşı açık ara üstün oynayıp bu maçları kazanmasına rağmen yoluna Şampiyonlar Ligi yerine Avrupa Ligi'nden devam etmek zorunda kaldı. Bu takım Polonya Temsilcisi Legia Varşova.

Evinde oynadığı Şampiyonlar Ligi üçüncü tur ilk maçında İskoç rakibi Celtic'i 4-1 gibi farklı bir skorla yenen Legia, 6 Ağustos'taki rövanş maçını da 88’inci dakikaya kadar 2-0 önde götürmekteydi. Celtic'in rakibini eleyebilmesi için kalan birkaç dakika içerisinde altı gol atması gerekiyordu. Yani bir futbol mucizesine ihtiyaçları vardı.

Bu dakikada Legia antrenörü tarihi bir hataya imza atarak cezalı oyuncusu Bartosz Bereszyski'yi oyuna aldı. Bu tarihi hata sayesinde UEFA Disiplin Talimatı'nın 21’inci Maddesi (DT 21(2)) ve UEFA Şampiyonlar Ligi Talimatı'nın 18’inci Maddesi (ŞLT 18) gereği Legia takımı maçı hükmen 3-0 kaybetti ve Şampiyonlar Ligi'nden üçüncü turda elenmiş oldu.

Legia Varşova gibi Polonya’nın sayılı kulüplerinden birinde böyle bir hata yapılmasının hiçbir mazereti olamaz. Yukarıda belirtilen talimat maddelerinde, cezalı oyuncu oynatan Legia'nın hükmen mağlup (3-0) sayılması gerektiği çok açık bir şekilde ortaya konmuş.

Her ne kadar verilen ceza bu maddelere uygun gibi gözükse de, UEFA’nın dört sene önce yaşanan bir başka benzer vakada verdiği tam tersi karar akılları karıştırıyor.” Emir Güney
Her ne kadar verilen ceza bu maddelere uygun gibi gözükse de, UEFA’nın dört sene önce (2010/11 Sezonu) yaşanan bir başka benzer vakada verdiği tam tersi karar akılları karıştırıyor. Hatta o dönemde UEFA’nın verdiği bu karar daha sonra davanın gittiği CAS tarafından da onanmış.

Litex Lovech v. Debrecen kararı

2010/11 Avrupa Ligi üçüncü eleme turu mücadelesinde Bulgar ekip Litex Lovech, Macar rakibi Debrecen karşısında ilk maçı Macaristan'da 2-0 kaybeder. Tüm ümitler Bulgaristan'daki ikinci maça kalmıştır. Ancak bu maçta da ev sahibi ekip Litex maçın son dakikalarına 2-1 geride girer. Yani rakibini elemesi için uzatmalarda tam dört gol atması gerekecektir.

Tam da bu anda Legia-Celtic maçında yaşanan olaya çok benzer bir olay yaşanır. Dakikalar 86’yı gösterdiğinde Debrecen teknik direktörü UEFA'ya gönderdikleri B listesinde bulunmayan futbolcusu Peter Mate'yi oyuna sokar.

Aslında bir önceki turda UEFA’ya verilen A Listesi’nde bu oyuncu yer almaktadır; ancak daha sonra kulüp tarafından güncellenerek UEFA'ya gönderilen B Listesi’nde bu isim yer almaz.

Kurallar gereği geçerli liste UEFA’ya en son gönderilen listedir ve Debrecen listede olmayan bir oyuncu oynatarak 2010/11 sezonunda geçerli olan 2008 UEFA Disiplin Talimatı Madde 14 bis'i ve 2010/11 UEFA Avrupa Ligi Talimatı Madde 18.05'i ihlal etmiştir. Macar ekibi hükmen mağlup sayılmalı ve turnuvaya veda etmelidir.

2010/11 Avrupa Ligi Talimatı bu konuda açık ve nettir:
Hükmen mağlubiyet kararı çıkması için üç koşulun gerçekleşmesi gerekir;
a) Oyuncu, kurallar gereği uygunsuz durumda olmalıdır,
b) Oyuncu, oyun sahasına çıkmış ve maçta oynamış olmalıdır,
c) Rakip takım protesto çekmiş olmalıdır.


Bu üç şartın yerine getirilmiş olması Avrupa Ligi Talimatı’na göre maçın hükmen mağlubiyet kararı ile sonlandırılmasına yeterli olmaktadır. Litex-Debrecen maçında bu üç koşul da sağlanmıştır.

Maçın ertesi günü Litex takımı UEFA'ya başvurusunu yapar ve Debrecen'in hükmen mağlup olmasını talep eder. Ancak bu davanın emsal teşkil etmesi de tam bu noktada gerçekleşir çünkü UEFA farklı bir görüştedir ve Debrecen'i hükmen mağlup saymaz.

UEFA Kontrol ve Disiplin Kurulu Macar kulübünü ağır bir para cezasına çarptırır; ancak aynı zamanda Avrupa Ligi grup aşamasına devam etmelerine de hükmeder. Yani her ne kadar talimatta tersi yazsa da UEFA burada inisiyatifini kullanır ve teknik direktörün bir anlık hatasını iki maçı da sahadaki performansıyla kazanan Debrecen takımına hükmen mağlubiyet cezası olarak yansıtmaz.

Bu noktaya kadar Legia-Celtic maçıyla aynı hizada giden bir durum söz konusu. Ancak iki dava arasındaki en büyük farklılık UEFA'nın Legia kulübünü cezalı oyuncu oynatması dolayısıyla hükmen mağlup ilan etmiş ve Celtic'i üst tura devam ettirmiş olması!

Çok benzer iki davada aynı kurumların (UEFA Disiplin ve Kontrol Kurulu ve UEFA Temyiz Kurulu) birbirine tam zıt iki karar almalarının arkasında çok ince bir hukuki detay yatıyor aslında.

2010 yılında hükmen mağlubiyetten kurtulan Debrecen takımına karşı uygulanması istenen talimat maddesinde (2010 UEFA DT Madde 14bis) "oynamaya elverişli olmayan bir oyuncu oynatılması halinde hükmen mağlubiyet kararı verilebilir" ibaresi yer almakta.

Buradaki ‘-ebilir’ eki (İngilizce metinde 'may' fiili kulanılıyor) Debrecen'i o dönemde kurtarmış ve UEFA'nın inisiyatifini Macar ekipten yana kullanmasına zemin hazırlamış.

Legia-Celtic davasında ise aynı maddenin (2014 DT Madde 21) bir başka benti kullanılıyor. Çünkü burada oyuncu uygunsuz (“ineligible”) değil, cezalı oyuncu olarak sahaya çıkıyor ve mücadele ediyor. Dolayısıyla 21. maddenin 2. bentinde yer alan "Disiplin cezası nedeniyle cezalı durumda olan bir oyuncu sahaya çıkarsa maç hükmen mağlubiyet kararıyla sona erer" metninde dört yıl önceki -ebilir ifadesi yer almıyor.

UEFA Kontrol ve Disiplin Kurulu da bu metne dayanarak 8 Ağustos 2014 tarihinde Polonya ekibi Legia'yı 3-0 hükmen mağlup ederek Celtic'in üst tura çıkmasına karar veriyor.

Legia Varşova Kulübü bu kararı temyize götürmesine rağmen UEFA Temyiz Kurulu 14 Ağustos'ta açıkladığı karar ile Polonya ekibinin başvurusunu reddettiğini ve Kontrol ve Disiplin Kurulu’nun verdiği kararın geçerli olduğunu açıkladı.

CAS, maçın son anlarında yapılan teknik bir hata yüzünden iki maçı da sportif anlamda kazanan tarafın hükmen mağlup olmamasına karar vermişti. Dolayısıyla (...) Legia aleyhine UEFA Tahkim Kurulu’nun verdiği ceza kararını da bozma ihtimali bir hayli yüksek.” Emir Güney
Şimdi Legia için son seçenek olan CAS süreci işlemeye başladı. Polonya ekibi bu süre dahilinde davayı kazanmaları halinde oluşacak haklarını kaybetmemek adına CAS’tan ihtiyati tedbir kararı almasını talep etti. Ancak CAS 18 Ağustos akşamı bu talebi reddetti ve nihai karar açıklanana kadar yarışmaların olduğu gibi devam etmesine hükmetti.

CAS süreci sonunda ne olur?

CAS uluslararası nitelikte ve UEFA'dan bağımsız bir mahkeme olduğu için bu süreci objektif bir şekilde inceleyecektir. 2010 yılında da aynı süreç yaşanmış ve CAS UEFA Temyiz Kurulu’nun Debrecen'e ceza vermeme kararını onamıştı. Yani maçın son anlarında yapılan teknik bir hata yüzünden iki maçı da sportif anlamda kazanan tarafın hükmen mağlup olmamasına karar vermişti.

Dolayısıyla bu emsal kararı göz önünde bulundurulduğunda CAS'ın Legia aleyhine UEFA Temyiz Kurulu’nun verdiği ceza kararını da bozma ihtimali bir hayli yüksek.

Sonuç olarak, her ne kadar talimatta ufak farklılıklar bulunsa da gerçekte yaşanan olaylar birbirine çok benzemekte. İki davada da rahat bir şekilde maçlarını kazanmış, yani sportif olarak rakibine üstünlük sağlamış birer takım var.

Benim görüşüm; ikili eleme turunun ikinci maçının son anlarında hiç ihtiyaç yokken oyuna giren bir oyuncu yüzünden tüm futbolcuların emeğinin çöpe atılmasının büyük bir haksızlık olacağı yönündedir.
Bu noktada aranması gereken; bu takımların ve/veya teknik direktörlerin kötü niyetli olup olmadıklarıdır. Her iki davada da kötü niyetin değil, kötü bir idari yönetimin olduğu açıkça görülmekte. UEFA'nın bu iki benzer olayda iki farklı sonuca varması spor hukuku açısından bu kuruma karşı bir güven kaybına neden olacaktır.
Uluslararası spor arenasında nihai karar mercii olan CAS'ın bu hususta adaleti sağlayacağını ve dört yıl önce olduğu gibi, sportif olarak başarılı olan tarafı turnuva dışında bırakmayacağını düşünüyorum. Sonuçta futbol hukuk ile kazanılan bir spor dalı değil, sahada kazanılan bir spor dalıdır.

21 Ağustos 2014 tarihinde Al Jazeera Türk websitesinde yayınlanan görüş yazım:
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/spor-hukukuyla-mac-kazanmak

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Dünya Kupalarında Ev Sahibi Olan Ülke Avantajlı Mı?




Olimpiyat Oyunları ve FIFA[1] Dünya Kupası gibi küresel kapsamda düzenlenen spor organizasyonları, düzenlendiği ülke ve şehirler için her zaman büyük bir tanıtım imkânı olmuştur. Her ne kadar bu organizasyonların finansal olarak ev sahibine olumlu geri dönüşleri olmayabilse de, sportif anlamda olumsuz bir etkisi olduğu şimdiye kadar görülmedi. Hatta bu yazıda paylaşılacak istatistikler ev sahibi olmanın olumlu etkisini doğrulamakta.

2014 yazında Brezilya’da düzenlenen FIFA Dünya Kupası futbol tarihindeki yirminci Dünya Kupası olma özelliğini taşıyor. İlki 1930’da Uruguay’da düzenlenen bu organizasyon, o zamanki halinden bir hayli uzaklaşmış durumda. 1930’da yapılan ısrarlı davetlere rağmen ancak 13 takımla oynanabilen bu turnuvaya günümüzde 200’den fazla ülke iki sene boyunca yaptıkları eleme maçları sonucunda katılabiliyor. Kupanın günümüzdeki katılım kontenjanı ise yalnızca 32 takım.

Uruguay’ın ilk ev sahibi olma ünvanına ulaşmış olması bir tesadüf veya kayırmacılık sonucu olmuş değil. Uruguay futbol milli takımı 1924 ve 1928 Olimpiyat Oyunlarında altın madalya kazanan ve o zaman dünyanın en iyi takımı olarak görülen bir takım. Dolayısıyla ilk defa dünya çapında bir futbol turnuvası düzenleneceği zaman akla ilk gelen ülke de Uruguay olmuş. Aynı zamanda 1930 yılı Uruguay Anayasası’nın yazılışının da yüzüncü yılına denk geliyor. Dolayısıyla bu Latin Amerika ülkesinin ilk kupaya ev sahipliği yapmış olması için birçok geçerli sebebi var.

Uruguay ilk Dünya Kupası’nı kazandığında kimse şaşırmamış. Hatta finalde Arjantin’i 4-2 yendiklerinde ilk yarısı Arjantinlilerin getirdiği topla oynanmış ve 2-1 Arjantin öne geçmiş. İkinci yarıda ise Uruguaylıların topu ile oynanınca maçı Uruguay 4-2 kazanmış ve ilk kupanın sahibi olmuş[2]. Ev sahibi olma avantajını daha ilk organizasyonda bile görebiliyoruz.

Her dört yılda[3] bir düzenlenen futbolun bu zirve organizasyonunda her turnuva sonrası ev sahipliği yapmak için de bir yarış ortaya konuyor. Ev sahibi ülkenin elemelere katılmadan doğrudan turnuvaya giriş hakkının olmasının yanı sıra, yukarıda da belirtildiği gibi bu hak aynı zamanda küresel anlamda büyük bir tanıtım ve pazarlama imkânını da bereberinde getiriyor. Dolayısıyla FIFA artık bu seçimi 200’den fazla üyesinin verdiği oylar ile belirliyor.

FIFA’nın oylaması sonucunda kazanan ülkenin bu organizasyonu planlaması için tam yedi senesi oluyor. Yedi sene içerisinde tüm stadyumların, ulaşım ve konaklama imkânlarının ve tüm hizmet planlamasının yapılması gerekmekte. Sonucunda ise ev sahibi takım kendi taraftarları önünde bu büyük turnuvaya çıkma avantajına sahip. Taraftar desteği ve kendi stadyumlarınızda oynamanın avantajı ise genelde ev sahibi takımın beklenenin bir üzerinde sportif başarıya ulaşmasını sağlıyor.

Her ne kadar FIFA tüm dünyayı (altı kıtayı[4]) kapsayan bir organizasyon yapısında olsa da, her dört yılda bir yaptığı bu etkinliği 2002 yılına kadar yalnızca üç kıtada düzenlemişti. 2002’de Güney Kore & Japonya’da ve 2010’da Güney Afrika’da düzenlenen Dünya Kupaları sayesinde bu rakam beş kıtaya ulaştı. Henüz Okyanusya (Avusturalya) kıtası bu organizasyona ev sahipliği yapmış değil. Geride kalan yirmi kupanın ev sahipliği istatistiklerinde ise Avrupa kıtası açık ara önde: Avrupa (10), Güney Amerika (5), Kuzey Amerika (3), Afrika (1) ve Asya (1).

Ev sahipliği yapan kıtaların kazanma oranlarına baktığımızda organizatör olmanın avantajını açıkca görmekteyiz: Avrupa 9[5]/10 (%90) , Güney Amerika 4/4[6] (%100), Kuzey Amerika 0/3 (%0), Afrika 0/1 (%0) ve Asya 0/1 (%0). Görüldüğü gibi ev sahipliği yapma hakkı beş kıtaya yayılmış olsa da kazanma oranları yalnızca iki kıtaya yayılmış durumda: Avrupa ve Güney Amerika. Bu iki kıtanın diğer kıtalara göre futbol kültürleri, altyapı imkânları, dünya kupalarına katılırken FIFA’nın sağladığı kontenjanlar[7] ve benzeri diğer avantajları mevcut. Ancak bu iki kıta arasındaki rekabette de ev sahibi kıtanın ezici bir üstünlüğü olduğunu görebiliyoruz.

Kıtalar bazında ev sahipliği oranları aslında genel anlamda bir ev sahibi avantajı olduğunu bizlere kanıtlar nitelikte. Ancak ülkeler bazında baktığımızda bu avantajı daha az oranda olsa da yine görebilmekteyiz. 1930’da Uruguay, 1934’te İtalya, 1966’da İngiltere, 1974’te Batı Almanya, 1978’de Arjantin ve 1998’de Fransa hem ev sahibi hem de şampiyon olma onuruna sahip olmuş. Yirmi organizasyonun altısında ev sahibi ülke mutlu sona ulaşmış ve dolayısıyla %31,5[8] gibi bir başarı oranı söz konusudur.

Başarıyı yalnızca şampiyonluk olarak kabul etmek aslında doğru değil. 1930’da 13 takım, 1934-1978 tarihleri arasında 16[9] takım, 1982-1994 tarihleri arasında 24 takım ve 1998’den itibaren de 32 takım bu turnuvada grup aşamasına katılma hakkı kazandılar. Birçok ülke için yalnızca bu kupaya grup aşamasından katılmak bile başarı sayılabilir. Özellikle Afrika ve Asya kıtaları gibi hem altyapı hem de futbolcu gelişiminin diğer kıtalara göre geride kalmış olduğu düşünülürse, bu kıtaların takımlarının yarı final, hatta çeyrek final oynaması bile büyük başarı sayılabilir. Zaten Avrupa, Güney Amerika ve Kuzey Amerika kıtaları dışında bir dünya kupasında grup aşamasını veya ilk turu geçebilen ilk kıta 1966’da Asya kıtası[10] olmuştur. Afrika kıtası ise grup aşamasını/ilk turu geçebilen ilk takımını görebilmek için 1986 Meksika’yı bekleyecektir[11].

Son olarak ev sahipliği yapma ve yarı finale kalma oranlarını ülkeler bazında incelersek istatistiksel olarak ev sahibi ülkelerin başarısını da gözler önüne sermiş olacağız. 1930’dan günümüze kadarki yirmi organizasyonda ev sahibi ülkenin grup aşamasını/ilk turu geçemediği yegâne kupa 2010 Güney Afrika’dır. Ev sahibi ülkenin bir dünya kupasında yarı finale kalamama durumu ise yalnızca yedi[12] defa gerçekleşmiş.

Dünya Kupası her ne kadar ismiyle tüm dünyayı kapsıyor gibi olsa da başarılı olma istatistiklerine bakıldığında Avrupa ve Güney Amerika kıtalarının ezici bir üstünlüğü gözlerden kaçmıyor. Kupanın tarihinde yarı finale bu iki kıta dışından kalabilen yalnızca iki takım olabilmiş: Meksika (1930) ve Güney Kore (2002). Final aşamasına kalabilen ise olmamış. Her ne kadar Dünya Kupası diyor olsak da, şimdiye kadar Güney Amerika – Avrupa çekişmesi şeklinde geçen bu organizasyonda umarız önümüzdeki yıllarda daha fazla kıtayı da yarı finallerde ve hatta final maçında görme şansına erişebiliriz.

REFERANSLAR

[1] Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği
[2] World Cup History – Uruguay 1930". BBC Sport (BBC). 11 Nisan 2002. 7 Temmuz 2014 tarihinde erişildi.
[3] İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1942 ve 1946 yıllarında bu organizasyon düzenlenmemiştir.
[4] Dünyada yedi kıta var olduğu kabul edilse de Antartika kıtasında FIFA üyesi ülke olmadığı için altı kıta FIFA’da temsil ediliyor.
[5] 1958’de İsveç’te düzenlenen Dünya Kupası’nı Brezilya kazanmış ve bu istatistiğin %100 olmasını engellemiştir. Final maçında da ev sahibi İsveç’i mağlup etmiştir.
[6] Bu yazı yazıldığında Brezilya 2014 Dünya Kupası’nda Yarı Final maçları henüz oynanmamıştır. Dolayısıyla Brezilya 2014 ev sahibi olma istatistiklerine dâhil edilmiş olsa da, başarı istatistiklerine ancak yarı final düzeyinde dâhil edilmiştir.
[7] FIFA her kıtaya aynı kontenjanı vermemektedir. Örneğin 2014 Brezilya için Avrupa kıtasının 13 kontenjanı varken Güney Amerika’nın yalnızca 6 katılım kontenjanı vardır. Bu karar tamamen FIFA Yönetim Kurulu’nun tasarrufundadır.
[8] Bu yazı yazıldığında Brezilya 2014 Dünya Kupası’nda Yarı Final maçları henüz oynanmamıştır. Eğer Brezilya ev sahibi olduğu kupayı kazanırsa bu oran %35’e yükselecektir.
[9] 1938 ve 1950 Dünya Kupalarına son anda turnuvadan çekilen takımlar olması dolayısıyla yalnızca on beşer takım katılabilmiştir.
[10] Kuzey Kore 1966 İngiltere’de Çeyrek Final’e kalmış ancak Portekiz’e 5-3 yenilerek Yarı Final şansını kaçırmıştır.
[11] 1986 Meksika’da Fas takımı İngiltere, Portekiz ve Polonya’nın da bulunduğu grubu lider bitirmiş ve Son 16’ya kalmıştır. Ancak bu turda turnuvanın favorilerinden Batı Almanya ile eşleşen Fas maçı 1-0 kaybeder ve turnuvaya veda eder. Dünya kupalarında ilk defa çeyrek final gören Afrika takımı ise 1990’da bu ünvana erişen Kamerun takımıdır.
[12] 1938 Fransa, 1954 İsviçre, 1970 Meksika, 1982 İspanya, 1986 Meksika, 1994 ABD ve 2010 Güney Afrika. 2002’de ev sahibi olan ülkelerden Güney Kore yarı finale kaldığı için bu kategoriye dâhil edilmemiştir.

(Bu yazı khas Panorama Dergisi'nin on beşinci sayısında yayınlanmıştır.)

2 Mayıs 2014 Cuma

Türkiye Kış Sporları Ülkesi Olabilir mi?


 

22. Kış Olimpiyat Oyunları 7-23 Şubat 2014 tarihleri arasında Rusya'nın turistik bölgelerinden biri olan Sochi kentinde düzenlendi. Toplam 2,873 sporcunun yarıştığı Sochi 2014, aynı zamanda Kış Olimpiyatları tarihinin en geniş katılımlı organizasyonu oldu. Ancak üzücüdür ki Türkiye’nin Olimpiyat ekibinde yalnızca altı sporcu ve beş temsilci yer aldı. Sporcu sayımızdaki bu kısıtlılığı ne yazık ki Sochi’ye giden seyirci sayımızda da gördük[1]. Ülke olarak güçlü bir kış sporları kültürümüzün olmadığı kesin, fakat uçakla ülkemizden ortalama bir saat mesafede olan bir şehre dünyanın en büyük kış spor organizasyonunu yerinde seyretmek için gitmeye bile tenezzül etmiyorsak, zaten altı sporcuyla katılmamız da çok şaşırtıcı olmamalıdır.

Ülke olarak futbol odaklı bir spor kültürümüz olduğu gerçeğinin yanı sıra, Türkiye'nin coğrafi konumu ve iklimi de aslında Kuzey Amerika, Kanada, İskandinav ülkeleri ve Kuzey Avrupa ülkeleri gibi kış sporunda öncü olmuş ülkelerin yanında bizi dezavantajlı kılıyor. Kış sporları konusunda iklim avantajı olan doğu bölgelerimizde ise ne yazık ki yeterli yatırımlar gerçekleştiril(e)memekte.

2011 yılında Erzurum'un ev sahipliği yaptığı Universiyat Kış Oyunları kış sporlarına ilginin ve yatırımların arttırılması konusunda bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Ancak o noktadan sonra dönüşü yapıp ilerlemek de önemli. Türkiye'nin bir kış sporu ülkesi olarak yaşadığı en büyük sıkıntı da aslında bu noktada ortaya çıkıyor. Tesis yapımı ve organizasyon düzenleme odaklı spor politikalarımız yüzünden uzun vadeli stratejiler olan genç sporcuları yetiştirme; ilkokul ve liselerde spor kültürünün yaygınlaştırılması için Milli Eğitim Bakanlığı ve Spor Bakanlığı'nın birlikte çalışması; kış sporlarına uygun mevsimi olan illerdeki belediyelerin ve sivil toplum örgütlerinin bu sporların yapılaabileceği tesislere fon ve işgücü ayırmasına yeterli öncelik verilmiyor. Sadece tesis yaptırılması veya bakanlıkların proje üretmeleri de tek başına yeterli değil tabii ki. Bu tesislerin kullanılmaya özendirilmesi ve bu alanda başlamış projelerin takibinin de yapılması şart.

Türkiye'nin Kış Olimpiyatları geçmişini kısaca incelersek aslında ülke olarak nasıl bir gelişim (?) içerisinde olduğumuzu görebiliriz. 1936'dan günümüze kadar olan süreçte düzenlenen yirmi iki Olimpiyat'ın on altısında sporcularımızla temsil edildik. En büyük katılımı gösterdiğimiz 1968 Kış Olimpiyatları (Grenoble, Fransa) kafilemizde on bir sporcumuz yer alıyordu ki kafile sayısı olarak çift haneli rakamları ilk ve son görüşümüzdü bu. 1976'da Innsbruck’ta (Avusturya) düzenlenen oyunlara ise dokuz sporcu ile katıldık. Rakamlardan da tahmin edilebileceği gibi hiçbir zaman madalya iddiasında olan sporcumuz olmadı ve geride kalan yirmi iki Olimpiyat'ta bir tane bile madalya kazanamadık. Spor yerine skor odaklı bir ülke olduğumuz için de daha çok çalışıp başarılı olmak isteyeceğimize, bir türlü başarı yakalayamadığımız için bu alanda giderek daha da az çalıştık. 1968-1992 yılları arasında düzenlenen Kış Olimpiyat Oyunları’na ortalama 8.6 sporcu ile katılırken, özellikle 1980’lerden sonra spor dünyasının futbol etrafında küreselleşmesi, maddi ve emek anlamındaki tüm yatırımların da bu alana kaymasıyla kış sporları iyice önemini kaybetti. 1994-2014 yılları arasındaki kafile ortalamamız ise 3.6 sporcuya kadar indi. Bu rakamlar anlaşılacağı için gelecek için de pek ümit vaad etmiyor.
Sporcu sayılarımızdaki düşüş, spor politikalarındaki değişiklikler, sporun sosyal hayatın bir parçası olarak görülmesindense bir gelir kapısı olarak görülmesi ve benzer sebepler nedeniyle Türkiye’nin kış sporları politikasında ciddi bir dönüm noktasındayız. Karşımızda iki seçenek var: Birincisi, bu tabloyu değiştirmek için canla başla savaşmak ve her ne kadar ‘kış sporları ülkesi’ yaftasını kazanamaycak olsak da başarılı bir program yürütüp özellikle iklimi kış sporlarına uygun illerdeki gençleri bu sporlara yönlendirebilmek. Bu şekilde sert iklimi olan bu bölgelerde kış aylarında kısıtlanan sosyal yaşama bir alternatif sunarak hem sporun yayılmasını hem de spor aracılığıyla sosyal devlet anlayışının yayılmasını sağlamak.

İkinci alternatif ise birincinin tam tersi. Bir kış sporu ülkesi olmadığımızı kabul etmek ve bu alanda yatırımları asgariye indirmek ve Olimpiyatlar ve kıta/bölge şampiyonlarına katılmak için gayret sarf etmemek. Bu alternatif tabii ki günümüzde kış sporları ile uğraşan eğitmenler, sporcular ve bu alanlarda ürün satan üreticiler için büyük bir yıkım olacaktır. Ancak yatırım yapıyormuş gibi görünüp iki Olimpiyat dönemi arasında bu sporların gelişimi için yeterli imkanı sağlamadan sporcularımızdan madalya ve başarı beklemek hayalcilik olacaktır. Yarım yapmaktansa ya tam anlamıyla yapalım, ya da hiç karışmayalım.

Sochi 2014’teki karnemize gelirsek, ne yazık ki çok başarılı bir öğrenci olmadığımızı görüyoruz. On beş kış sporu disiplininde 98 farklı yarışın yapıldığı Sochi’de altı sporcumuzla on farklı yarışta temsil edildik. Genel anlamda madalya hedefimizin olmadığı bu yarışmaların sonunda ne yazık ki bu hedefimizi gerçekleştirdik ve hiçbir sporcumuz podyumun yanına bile yaklaşamadı. Ancak bu noktada suçu sporcularımıza yüklemek büyük haksızlık olacaktır. Sochi’de ülkemizi temsil eden sporcuların tamamı çok zor şartlar altında ve neredeyse hiç destek almadan (antrenörler ve ailelerin hakkını vermek gerekli) kendi azimleri ve yetenekleriyle bu noktalara gelmiş durumdalar. Ancak yetenek ve azim Olimpiyat şampiyonluğu için yeterli olmuyor. Maddi destek (Ör: Sponsorlar), sporseverlerin destekleri, devlet ve yerel yönetimlerin destekleri ile birlikte bu başarılar gelebilir. Yaz Olimpiyat Oyunları tarihimize baktığımızda bu değişimin yaşandığını ve bu başarıların geldiğini görebiliyoruz. Kış Oyunları için ise tercihimizi yapmamız gerekiyor. Bir kış sporu ülkesi olmak mı, yoksa kış sporları yapılabilen ama elit sporcuların yetişmediği ve sporun tabana yayılmadığı bir ülke olmak mı?
https://mail.google.com/mail/u/0/images/cleardot.gif
 
Türkiye’nin Kış Olimpiyat Oyunları Kafileleri

1936
1948
1956
1960
7 Sporcu
4 Sporcu
4 Sporcu
2 Sporcu
1964
1968
1976
1984
5 Sporcu
11 Sporcu
9 Sporcu
7 Sporcu
1988
1992
1994
1998
8 Sporcu
8 Sporcu
1 Sporcu
1 Sporcu
2002
2006
2010
2014
3 Sporcu
6 Sporcu
5 Sporcu
6 Sporcu


[1] www.hurriyet.com.tr/ekonomi/25780200.asp

(Bu yazı Khas Panaroma Dergisi'nin 14. sayısında yayınlanmıştır.)

17 Şubat 2014 Pazartesi

UEFA Finansal Fair Play Kriterlerine Uymayan Yarışma Dışı

Sporun hızla ticarileştiği ve ulusal sınırların ekonomik sınırlarla rol değiştirdiği günümüzde, kulüpler ve futbolcular da artık birer meta olarak görülmekte. Her ne kadar ‘sporun doğası’, fair play, centilmenlik, rakibe ve hakeme saygı, kurallar çerçevesinde kazanma ruhu gibi ideallerle çerçevelendirilmiş olsa da, artık sporun ekonomisi de kendisine bu portrede yer bulmuş durumda.

Bu gerçeklikten yola çıkan Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA), 2000’lerin başında sporun doğasını korumak ve rekabet dengesinin devamlılığını sağlamak adına bir takım kıstaslar getirmeye karar verdi. ‘UEFA Kriterleri’ olarak futbol literatürüne giren bu uygulama, Avrupa futbolunun hızlı ve kontrolsüz ticarileşmesine gem vurmak için 2004 yılından itibaren kısım kısım futbola enjekte edilmeye başlandı.

UEFA’ya bağlı federasyonlar ve dolayısıyla bu federasyonlara bağlı futbol kulüpleri üzerine her sene daha kapsamlı olarak uygulanan bu kriterler, 2014/2015 futbol sezonuyla beraber tam kapasite olarak uygulanmaya başlanacak. Uygulanmakta olan kriterler temelde beş farklı ana başlıktan oluşuyor: Sportif Kriterler, Altyapı (Tesis) Kriterleri, Personel ve İdari Kriterler, Hukuki Kriterler ve Finansal Kriterler.

UEFA’nın bu beş kriterini yerine getiremeyen hiçbir kulüp gözünün yaşına bakılmadan UEFA yarışmalarının dışında kalıyorlar. Bu kriterler her ne kadar spor kulüplerinin düzgün yönetilebilmesi adına önemli kısıtlamalar getirse de, kulüplerin uygulamaya geçirmekte en zorlandıkları ‘Finansal Kriterler’ UEFA’nın da en önem verdiği konuların başında geliyor. Bu kritere ‘Finansal Fair Play’ adının verilmesi ve diğerlerinden bir bakıma ayrı tutulması verilen önemi de gözler önüne sermekte.

Kriter 1: Sportif Kriterler
UEFA’nın ilk kriteri olan sportif kriterlerin esasını gençlik geliştirme programları oluşturmakta. UEFA lisansı almak isteyen her kulübün, genel esaslarıyla alt yapı futboluna yatırım yapması, oyuncularının hem futbolcu hem de sosyal bir birey olarak eğitimlerinin kaliteli eğitmenler ve kaliteli ekipman kullanılarak sağlanması ve genç futbolcularının sağlıklı birer insan olabilmeleri için gerekli önlemleri alması gerekmekte.

Sportif kriterler dahilinde teknik olarak UEFA’nın talepleri ise; 15-21 yaş kategorisi arasında en az iki takım, 10-14 yaş arasında en az bir takım ve 10 Yaş Altı kategorisinde en az bir takıma sahip olunmasıdır. Bu takımların uygun sertifikaya sahip antrenörler ve diğer çalışanlar tarafından yönetiliyor olması gerekir.

UEFA yarışmalarına katılacak düzeye gelmiş takımların çoğu zaten bu kriterleri yerine getirmekte zorlanmazlar. Belli bir alt yapı yatırımı olmadan elit düzeyde takım olmak günümüz futbolunda pek mümkün görünmemektedir.

Kriter 2: Tesis Kriterleri
İkinci kriter olan tesis kriterlerinde ise UEFA’nın ana talebi lisans talebinde bulunan takımların UEFA’nın Emniyet ve Güvenlik Talimatı ve UEFA Stadyum Yönetmeliği’ne uygun şekilde yapılanmış, taraftarlar, medya mensupları ve UEFA yetkililerini güvenli bir şekilde ağırlayabilecekleri bir stadyuma sahip olmalarıdır. Standartlara uygun bir stadyumun yanı sıra futbolcularının düzgün ve verimli bir şekilde antrenman yapabilecekleri ve kendilerini geliştirebilecekleri antrenman tesisleri de UEFA tarafından bu kriter çerçevesinde denetlenmektedir. Kulübün bu tesislere ya sahip olması ya da kullanım hakkına sahip olduğunu belli eden dokümanı ibra etmesi gerekir.

Kriter 3: Personel ve İdari Kriterler
Üçüncü kriter olan Personel ve İdari kriterlerin esasında, günümüz futbol kulüplerinin artık yalnızca birer ‘spor kulübü’ olmadığı, dolayısıyla birer işletme mantığı ile sektör profesyonelleri ve uzmanlar tarafından yönetilmeleri gerektiği gerçeği yatmakta. Ancak bu yönetim anlayışı ile paydaşların (taraftarlar, hissedarlar, vb.) ihtiyaçlarının karşılanması ve futbol ailesinin bu şekilde sağlıklı bir şekilde büyüyebileceği öne sürülmektedir.

UEFA’nın somut talebi ise lisans adayı kulübün profesyonel bir kadro (Maaşlı Genel Sekreter, Finans Müdürü, Medya Sorumlusu, Güvenlik Müdürü vb. maaşlı çalışanlar) tarafından yönetiliyor olmasıdır. Tabii ki her kulübün kendi hacmine göre bu yapıyı oluşturma hakkı olacaktır, ancak her çapta olursa olsun, gönüllü kulüp yöneticilerinden ziyade eğitimli profesyonellerin idari işlerden sorumlu olması gerekmektedir.

İdari yapının yanı sıra teknik tarafta görev alacak antrenörlerin ve yardımcılarının kulübün yarışacağı organizasyonlarda geçerli olan lisansın sahibi olmaları da kulübün lisans alabilmesi için önemli faktörlerden biri konumunda.

Kriter 4: Hukuki Kriterler
Dördüncü kriter olan hukuki kriter ise kulübün, katılacağı UEFA yarışmalarının yasa, yönetmelik, yönergelerini ve UEFA’nın bu yarışma üzerindeki hakimiyetini ve yasal yetkisini kabul etmesi ile tamamlanmakta. Kulübün bu yetkiyi kabul ettiğine dair yazılı bir deklarasyon vermesi şartı bu kriterin en önemli özelliği konumunda.

Kriter 5: Finansal Kriterler (Finansal Fair Play)
Son olarak lisans almak için kulüpleri en fazla zorlayan kriter ise finansal kriterler olarak görünmekte. Kulüplerin yalnızca içinde bulundukları sezonun incelenmesi değil, geçmişinin de incelenmesi ve geleceğinin teminat altına alınması için zorunlu uygulamalar getiren bu kriter, UEFA’da ayrı bir başlığa sahip: UEFA Finansal Fair Play.

Finansal Fair Play kapsamında kulüplerin genel olarak uyması gereken başlıkları şu şekilde sıralayabiliriz;

1) Yıllık ve dönemsel gelir-gider tablolarının iç ve dış (bağımsız) denetimlerinin yapılması;

2) Transfer aktiviteleri sonucu diğer kulüplere vadesi geçmiş borcun bulunmaması;

3) Kulübün çalışanlarına (profesyonel çalışanlar ve futbolcular) vadesi geçmiş borçlarının bulunmaması ve kulübün vergi borcunun bulunmaması;

4) Geleceğe yönelik yatırımların bütçelerinin oluşturulması ve geri ödenemeyecek borç yükü altına girilmemesi;

5) Kulüplerin bu süreçte yaşanabilecek değişiklikleri UEFA’ya anında bildirmesi.

Kulüplerin bu beş temel kriter çerçevesinde UEFA lisansı alabilmeleri için 2012 yılında UEFA bünyesinde oluşturulan ‘UEFA Kulüp Finansmanı Kontrol Kurulu’nun onayından geçmeleri gerekiyor. 2012 öncesinde uzman paneli olarak görev yapan bu kurul, artık UEFA’nın daimi kurulu olmuş durumda ve hangi kulüplerin UEFA yarışmalarına katılabileceği veya katılamayacağı konusundaki son kararı verme yetkisine sahip.

Kulüp Finans Kontrol Kurulu’nun bir özelliği de verdikleri kararlara karşı kulüplerin direkt olarak Spor Tahkim Mahkemesi’ne (CAS) başvuruda bulunabiliyor olması. 2015 Haziran ayında birinci dönemi sona erecek kurul iki alt kuruldan oluşmakta: Yagı Kurulu ve Soruşturma Kurulu. Beş üyeden oluşan Yargı Kurulu, sekiz üyeden oluşan Soruşturma Kurulu’nun verdiği rapora göre kulüplere lisans verilmesi veya verilmemesi kararına hükmetme yetkisine sahip. Dolayısıyla kulüplerin beş ana kriterin gereğini yerine getirdikten sonra bu kurulun onayını almaları gerekiyor.

UEFA 2013-2014 Sezonu Kulüp Finansal Fair Play Raporu’na göre, UEFA bünyesindeki kulüpler 2012 yılı toplamında 2011 yılı toplamına göre 600 milyon Euro daha az zarar etmiş durumdalar.* Bu da demek oluyor ki, 2003-2004 sezonunda ilk kez yürürlüğe girmiş olan UEFA kriterleri yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamakta. Her ne kadar UEFA’nın yarışmalarına katılan kulüplere verdiği maddi destek her geçen sene artsa da, kulüplerin transfer politikalarını UEFA Finansal Fair Play Yönetmeliği çerçevesinde belirlemeleri, deneme yanılma yönetmiyle transfer yapan kulüplerin lisans alma konusunda güçlük çektiklerinin artık herkes tarafından bilinen bir gerçek olduğu her geçen gün kulüplerin bütçe açıklarını biraz daha kapatacaklarının bir sinyali gibi görülebilir.

Son dönemde UEFA’nın ulusal federasyonların kulüp lisans kriterlerine çekidüzen vermeleri ve bu kriterlerin uygulanması konusunda yaptığı baskı, ulusal bazda yarışan ve UEFA yarışmalarına gitmeyecek olan kulüplerin dahi UEFA Kriterleri konusunda bilinçlenmelerini ve bu doğrultuda hareket etmelerini sağlıyor. 2014/2015 sezonu itibarıyla tam kapasite olarak uygulanacak UEFA Kriterleri’nin şakası yok. Geçtiğimiz yıllar içerisinde Beşiktaş, Bursaspor ve Gaziantepspor kulüplerimiz bu kriterleri yerine getiremedikleri için UEFA’danfarklı boyutlarda ceza aldılar ve bu cezalar her geçen sene daha ağır ve kapsamlı olarak uygulanmaya devam edecek. Yumurta kapıya dayanmadan kulüplerimizin (UEFA yarışmalarına gitmeyecek olsalar dahi) kurumsal yönetim anlayışlarını ve dolayısıyla kulübün sportif başarısını sağlayabilmek adına UEFA Kriterleri’ni incelemeleri ve uygulamaya geçirmelerinde fayda var. Yoksa UEFA ceza yağdırmaya başladıktan sonra önlem almaya karar vermek fayda etmeyecektir.

* Licensed to Thrill Raporu, UEFA 2013-2014Sezonu

(Bu yazı Khas Panorama Dergisi'nin 13. sayısında yayınlanmıştır.)

14 Ocak 2014 Salı

Futbolun ve Taraftarlığın Paralel Dönüşümü: İngiltere Örneği


Geçtiğimiz otuz yılda futbol hızlı bir değişim içerisine girdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Internet kullanımının kitlelere yayılması ile hızla küreselleşen dünya ekonomisinden futbol da nasibini aldı. Bir spor olarak rakibini sahada yenmek odaklı oynanan bu oyun, küresel bir marka olmaya çalışan spor kulüplerinin ekonomik değer anlamında yarışına dönüştü. Bu dönüşüm sürecinde tabii ki taraftarlar da değişen yapı içerisinde öğütülmek durumunda kaldı. İngiliz futbolunun son otuz yılda yaşadığı değişim, futbolun ve taraftarlığın yaşadığı dönüşümü gözler önüne seriyor.

1980’lerde İngiltere hükümeti ciddi bir problem ile karşı karşıyaydı. Kitleleri peşinden koşturan ‘futbol’ isimli oyun aynı zamanda bu kitlelerin takım aidiyetleri üzerinden şiddete yönelmelerine de neden oluyordu. ‘Holiganizm’ ismi verilen bu akım, yerel rekabeti hem saha içinde hem de saha dışında had saffaya yükseltmiş, artık sadece futbol ailesinin bir problemi olmanın ötesinde toplumsal bir probleme dönüştürmüştü. Politikacılar tüm futbol taraftarlarını holigan olarak görmekte ve çoğunluğunu işçi kesiminin oluşturduğu bu ‘toplumsal hareket’in önüne geçmeye çalışmaktaydılar. 1986’daki Heysel faciasının yaraları henüz sarılmadan 1989’da yaşanan ve 96 Liverpool taraftarının ölümüyle sonuçlanan Hillsborough Faciası, Thatcher Hükümeti’nin ekmeğine yağ sürmüş ve holiganizm karşıtı hareket başlamıştı.

1990’lara geldiğimizde futbolda endüstriyelleşme akımıyla beraber regülatif ve organizasyonel önlemlerin arttığı göze çarpıyordu. Hillsborough’un hemen ardından Lord Taylor başkanlığında toplanan panel, ‘Taylor Raporu’nu açıklıyor ve her ne kadar yaşanan olayda tüm suç holiganlarda görünmese bile İngiliz futbolunun hem taraftarlar bakımından hem de idari olarak ciddi bir yapılanmaya ihtiyacı olduğu gözler önüne seriliyordu. Taylor Raporu, İngiltere çapında stadyumların eskiliğini ortaya çıkarmış ve bu stadyumlardaki güvenlik zâfiyetlerinin giderilmesi gerektiğini vurgulayacaktı.

1992’de Premier Lig’in kurulması ile stadyumların yenilenmesi kaçınılmaz hale geldi. Ancak bu yenilenme ile artan bilet fiyatları yüzünden stadyumlara giden taraftar profili de yenilenecekti. Dar gelirli işçi sınıfı artık stadyumların dışında kalmıştı. Holigan damgası yemiş kesimler büyük ölçüde maçları televizyondan takip etmekte, orta ve orta-üst ekonomik sınıftan olan aileler ise maçları stadyumlardan takip etmeye başlıyorlardı.

2000’lere gelindiğinde ise yabancı sermayenin de futbola girişiyle uluslararası pazarda pay kapma yarışına giren ve yerel taraftarlarının taleplerini iyiden iyiye unutan, ‘küresel marka’ haline gelmiş futbol takımları ortaya çıkacaktı. Artık stadyum gelirlerini değil lisanslı ürün satışından ve uluslararası medya hakları satışından gelen gelirleri öncelikli tutan takımlar, elit düzeyde rekabet edebilir hale gelmişlerdi. İngiliz taraftarlar da bu dönüşümden nasibini almış, neredeyse orta gelir grubundaki aileler bile maçlara gidemez olmuştu. Futbol iyice üst gelir grubuna hitap eden bir ‘eğlence’ye dönüşüyordu.

Bu durdurulamaz değişim her ne kadar alt lig seviyesinde elit ligler kadar hızlı olmasa da, ligler arasındaki ekonomik uçurum giderek genişliyordu. Alt lig kulüplerinin çoğu rekabet edebilmek adına iflasın eşiğine gelmiş, sportif başarıya ulaşamayanların da kepenk indirmemek için iki ihtimali kalmıştı: Yabancı sermayenin sahipliğini kabul etme ya da küçülmeye giderek hedeflerinden vazgeçme. İşte bu noktada, futbolun gerçek sahibi olan taraftarlar toplumsal güçlerininin farkına vardılar ve İngiliz hükümetinin de desteğiyle takımlarını kurtarmak üzere harekete geçtiler.

Yirmi yıllık aranın ardından 1997 yılında Tony Blair liderliğinde seçimleri kazanan İşçi Partisi (Labour Party), ‘Yeni Emek’ akımı ile işçi sınıfının haklarını koruyan bir politika izliyordu. Her ne kadar işçi sınıfı stadyumlarda eskisi kadar fazla boy gösteremese de, futbolun hala en sıkı takipçisiydi ve yerel takımlarının küresel marka haline gelmiş elit kulüpler karşısında eriyip gitmelerine engel olmak niyetindeydi. Ancak bireysel olarak bu ekonomik büyüme ile başa çıkmaları mümkün değildi. Bu noktada devreye giren taraftar vakıfları (Supporters’ Trusts) destekledikleri kulüplerin hisselerini satın almaya ve bu kulüplerde söz sahibi olmaya başladılar. Başlarda taraftarların kulüp yönetimlerinde söz hakkı olmasının doğru olmadığını düşünen kulüp yöneticileri muhalefet etseler de, Blair Hükümeti’nin maddi ve manevi desteğini arkasına alan bu taraftar grupları İngiltere’de özellikle alt liglerdeki kulüp yönetim anlayışlarını baştan aşağıya değiştireceklerdi. 2000 yılında kurulan ‘Taraftar Yönetimi’ (Supporters Direct) oluşumu ile hükümetten ve çeşitli sportif organizasyonlardan fon ve eğitim desteği alan taraftar grupları, iflasın eşiğine gelmiş kulüplerinin yok olmalarını engellemiş, hatta rekabet edecek konuma getirmişlerdi.

Yabancı sermaye veya bireysel yatırımlara ihtiyaç duymadan kollektif bilinç yöntemiyle işleyen bu süreç, henüz üst liglerde rekabeti devam ettirebilecek düzeydeki finansal ihtiyacı karşılayabilecek durumda değil. Ancak içinde bulunduğumuz sezonda Premier Lig’de bulunan Swansea futbol takımı, bu oluşumların doğru yönetildiği ve zaman verildiği takdirde elit düzeyde de başarılı olabileceğinin sinyallerini veriyor.

İngiltere’deki liberal ekonomik yapı ve kulüplerin şirket yapılanmasıyla oluşturulmuş olması bu sistemin yürümesi için ek faydalar getirse de, Türkiye gibi dernek statüsünde bulunan, hükümetten ve özel yatırımlardan maddi destek alan ülkelerde de bu tip oluşumlar başarılı olabilir. Sistemin temelinde, taraftarların kollektif bir bütünlük halinde kulüplerini desteklemeleri ve kulüplerin de bu destek karşısında taraftarlarına kulüp yönetiminde inisiyatif/söz hakkı vermeleri yatmakta. Karşılıklı iletişimin olmadığı, rant ilişkilerinin aidiyet ilişkilerinin önüne geçtiği bir yapıda tabii ki bu sistem yürümeyecektir. Ancak hiçbir rant ilişkisinden de uzun vadeli başarı çıktığı görülmemiştir.

Kulüpler ve taraftarlar olarak artık bir seçim yapmalıyız. Yalnızca bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda takımın at koşturduğu ve yerel takımların zamanla yok olacağı bir futbol mu istiyoruz, yoksa rekabet dengesi oturmuş, sahaya çıkıldığında iyi oynayanın kazandığı, izlerken zevk aldığımız, uluslararası alanda başarıların gelmeye başladığı ve bir parçası olmak için çaba sarf edeceğimiz bir futbol mu?

Kaynakça
Lord Taylor Report. (1990). HMSO, London
Nash, R. (2000), The Sociology of English Football in the 1990s: Fandom, Business and Future Research. Football Studies, 3(1), 49-62.

Spor Çalışmaları Merkezi Haber Bülteni, Sayı:2 (Ocak 2013)