Sayfalar

14 Ocak 2014 Salı

Futbolun ve Taraftarlığın Paralel Dönüşümü: İngiltere Örneği


Geçtiğimiz otuz yılda futbol hızlı bir değişim içerisine girdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Internet kullanımının kitlelere yayılması ile hızla küreselleşen dünya ekonomisinden futbol da nasibini aldı. Bir spor olarak rakibini sahada yenmek odaklı oynanan bu oyun, küresel bir marka olmaya çalışan spor kulüplerinin ekonomik değer anlamında yarışına dönüştü. Bu dönüşüm sürecinde tabii ki taraftarlar da değişen yapı içerisinde öğütülmek durumunda kaldı. İngiliz futbolunun son otuz yılda yaşadığı değişim, futbolun ve taraftarlığın yaşadığı dönüşümü gözler önüne seriyor.

1980’lerde İngiltere hükümeti ciddi bir problem ile karşı karşıyaydı. Kitleleri peşinden koşturan ‘futbol’ isimli oyun aynı zamanda bu kitlelerin takım aidiyetleri üzerinden şiddete yönelmelerine de neden oluyordu. ‘Holiganizm’ ismi verilen bu akım, yerel rekabeti hem saha içinde hem de saha dışında had saffaya yükseltmiş, artık sadece futbol ailesinin bir problemi olmanın ötesinde toplumsal bir probleme dönüştürmüştü. Politikacılar tüm futbol taraftarlarını holigan olarak görmekte ve çoğunluğunu işçi kesiminin oluşturduğu bu ‘toplumsal hareket’in önüne geçmeye çalışmaktaydılar. 1986’daki Heysel faciasının yaraları henüz sarılmadan 1989’da yaşanan ve 96 Liverpool taraftarının ölümüyle sonuçlanan Hillsborough Faciası, Thatcher Hükümeti’nin ekmeğine yağ sürmüş ve holiganizm karşıtı hareket başlamıştı.

1990’lara geldiğimizde futbolda endüstriyelleşme akımıyla beraber regülatif ve organizasyonel önlemlerin arttığı göze çarpıyordu. Hillsborough’un hemen ardından Lord Taylor başkanlığında toplanan panel, ‘Taylor Raporu’nu açıklıyor ve her ne kadar yaşanan olayda tüm suç holiganlarda görünmese bile İngiliz futbolunun hem taraftarlar bakımından hem de idari olarak ciddi bir yapılanmaya ihtiyacı olduğu gözler önüne seriliyordu. Taylor Raporu, İngiltere çapında stadyumların eskiliğini ortaya çıkarmış ve bu stadyumlardaki güvenlik zâfiyetlerinin giderilmesi gerektiğini vurgulayacaktı.

1992’de Premier Lig’in kurulması ile stadyumların yenilenmesi kaçınılmaz hale geldi. Ancak bu yenilenme ile artan bilet fiyatları yüzünden stadyumlara giden taraftar profili de yenilenecekti. Dar gelirli işçi sınıfı artık stadyumların dışında kalmıştı. Holigan damgası yemiş kesimler büyük ölçüde maçları televizyondan takip etmekte, orta ve orta-üst ekonomik sınıftan olan aileler ise maçları stadyumlardan takip etmeye başlıyorlardı.

2000’lere gelindiğinde ise yabancı sermayenin de futbola girişiyle uluslararası pazarda pay kapma yarışına giren ve yerel taraftarlarının taleplerini iyiden iyiye unutan, ‘küresel marka’ haline gelmiş futbol takımları ortaya çıkacaktı. Artık stadyum gelirlerini değil lisanslı ürün satışından ve uluslararası medya hakları satışından gelen gelirleri öncelikli tutan takımlar, elit düzeyde rekabet edebilir hale gelmişlerdi. İngiliz taraftarlar da bu dönüşümden nasibini almış, neredeyse orta gelir grubundaki aileler bile maçlara gidemez olmuştu. Futbol iyice üst gelir grubuna hitap eden bir ‘eğlence’ye dönüşüyordu.

Bu durdurulamaz değişim her ne kadar alt lig seviyesinde elit ligler kadar hızlı olmasa da, ligler arasındaki ekonomik uçurum giderek genişliyordu. Alt lig kulüplerinin çoğu rekabet edebilmek adına iflasın eşiğine gelmiş, sportif başarıya ulaşamayanların da kepenk indirmemek için iki ihtimali kalmıştı: Yabancı sermayenin sahipliğini kabul etme ya da küçülmeye giderek hedeflerinden vazgeçme. İşte bu noktada, futbolun gerçek sahibi olan taraftarlar toplumsal güçlerininin farkına vardılar ve İngiliz hükümetinin de desteğiyle takımlarını kurtarmak üzere harekete geçtiler.

Yirmi yıllık aranın ardından 1997 yılında Tony Blair liderliğinde seçimleri kazanan İşçi Partisi (Labour Party), ‘Yeni Emek’ akımı ile işçi sınıfının haklarını koruyan bir politika izliyordu. Her ne kadar işçi sınıfı stadyumlarda eskisi kadar fazla boy gösteremese de, futbolun hala en sıkı takipçisiydi ve yerel takımlarının küresel marka haline gelmiş elit kulüpler karşısında eriyip gitmelerine engel olmak niyetindeydi. Ancak bireysel olarak bu ekonomik büyüme ile başa çıkmaları mümkün değildi. Bu noktada devreye giren taraftar vakıfları (Supporters’ Trusts) destekledikleri kulüplerin hisselerini satın almaya ve bu kulüplerde söz sahibi olmaya başladılar. Başlarda taraftarların kulüp yönetimlerinde söz hakkı olmasının doğru olmadığını düşünen kulüp yöneticileri muhalefet etseler de, Blair Hükümeti’nin maddi ve manevi desteğini arkasına alan bu taraftar grupları İngiltere’de özellikle alt liglerdeki kulüp yönetim anlayışlarını baştan aşağıya değiştireceklerdi. 2000 yılında kurulan ‘Taraftar Yönetimi’ (Supporters Direct) oluşumu ile hükümetten ve çeşitli sportif organizasyonlardan fon ve eğitim desteği alan taraftar grupları, iflasın eşiğine gelmiş kulüplerinin yok olmalarını engellemiş, hatta rekabet edecek konuma getirmişlerdi.

Yabancı sermaye veya bireysel yatırımlara ihtiyaç duymadan kollektif bilinç yöntemiyle işleyen bu süreç, henüz üst liglerde rekabeti devam ettirebilecek düzeydeki finansal ihtiyacı karşılayabilecek durumda değil. Ancak içinde bulunduğumuz sezonda Premier Lig’de bulunan Swansea futbol takımı, bu oluşumların doğru yönetildiği ve zaman verildiği takdirde elit düzeyde de başarılı olabileceğinin sinyallerini veriyor.

İngiltere’deki liberal ekonomik yapı ve kulüplerin şirket yapılanmasıyla oluşturulmuş olması bu sistemin yürümesi için ek faydalar getirse de, Türkiye gibi dernek statüsünde bulunan, hükümetten ve özel yatırımlardan maddi destek alan ülkelerde de bu tip oluşumlar başarılı olabilir. Sistemin temelinde, taraftarların kollektif bir bütünlük halinde kulüplerini desteklemeleri ve kulüplerin de bu destek karşısında taraftarlarına kulüp yönetiminde inisiyatif/söz hakkı vermeleri yatmakta. Karşılıklı iletişimin olmadığı, rant ilişkilerinin aidiyet ilişkilerinin önüne geçtiği bir yapıda tabii ki bu sistem yürümeyecektir. Ancak hiçbir rant ilişkisinden de uzun vadeli başarı çıktığı görülmemiştir.

Kulüpler ve taraftarlar olarak artık bir seçim yapmalıyız. Yalnızca bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda takımın at koşturduğu ve yerel takımların zamanla yok olacağı bir futbol mu istiyoruz, yoksa rekabet dengesi oturmuş, sahaya çıkıldığında iyi oynayanın kazandığı, izlerken zevk aldığımız, uluslararası alanda başarıların gelmeye başladığı ve bir parçası olmak için çaba sarf edeceğimiz bir futbol mu?

Kaynakça
Lord Taylor Report. (1990). HMSO, London
Nash, R. (2000), The Sociology of English Football in the 1990s: Fandom, Business and Future Research. Football Studies, 3(1), 49-62.

Spor Çalışmaları Merkezi Haber Bülteni, Sayı:2 (Ocak 2013)

Hiç yorum yok: