Türk spor tarihinin en önemli dönüm noktalarından biriydi 7 Eylül 2013 Cumartesi günü. Ya da dönüm noktası olmaya adaydı diyelim. Ne de olsa bu viraj (gene) dönülemedi ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) yaptığı oylamada Tokyo (Japonya) şehri 2020 Yaz Olimpiyat Oyunları’nı düzenlemeye hak kazandı. İstanbul da son altı adaylık sürecinin beşinde aday olup kazanamayarak bu alanda bir rekorun sahibi olmuş oldu.
Seçim öncesi ve seçim sonrasında uzun uzadıya konuşuldu bu süreç. Ne yapılmalıydı, neler doğru yapıldı, neler yanlış yapıldı, neden aday olduk, neden kazanamadık gibi birçok soru soruldu ve yanıtlanmaya çalışıldı. Tabii ki sporun küresel anlamda en büyük organizasyonu olan Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma hakkını kazanamamayı yalnızca birkaç nedene indirgemek söz konusu olamaz. Aslında “Neden kazanamadık?” sorusu kadar ‘Kazanamayarak hangi fırsatları kaçırdık?’ sorusunu da tartışmak bir o kadar önemli
Neleri Kaçırdık?
Olimpiyat
Oyunları 1896 yapıldığında 14 ayrı ülkeden gelen 241 sporcunun 43 ayrı
disiplinde yarıştığı[1] bir
organizasyonken, Londra 2012’de bu rakam 204 ayrı ülkeden gelen ve 39
disiplinde yarışan 10,500 sporcuya[2] çıkacaktı.
Arada geçen 100 yıldan fazla sürede Oyunlar’ın sadece ‘oyun’ olmaktan çıktığını
ve küresel rekabette bir güç gösterisi haline geldiğini rahatça söyleyebiliriz.
204 ülkenin bir araya gelip en iyiyi seçmek için mücadele ettiği, kazanan ülke
ve sporcuların da (en azından dört yıl için) alanında dünyanın en iyisi
olduğunu kanıtladığı başka bir organizasyon olmadığı âşikar. Dolayısıyla bu
çapta bir organizasyona sadece sporcu gönderedek katılmanın yanı sıra ev
sahipliği yapmanın getireceği küresel anlamda tanıtım imkanı parayla satın
alınamayacak kadar değerli.
Ev
sahipliğinin bir başka getirisi ise sporcuların alışkın oldukları tesislerde,
seyirci desteği ile yarışacak olmalarının getireceği ekstra motivasyon ve
özgüven ile daha başarılı bir Olimpiyat geçirme ihtimallerinin daha fazla
olmasıdır. Özellikle Türkiye örneğinde bakarsak, 2010 Dünya Basketbol
Şampiyonası bu açıdan iyi bir örnek teşkil etmekte. Her ne kadar başarılı bir
jenerasyona sahip olduğumuz bir gerçek olsa da istikrarsız sonuçların ardından
gelen Dünya ikinciliği, ev sahibi avantajı ve seyirci desteğinin Türkiye için ne
kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Bir
diğer kaçan fırsat ise Olimpiyatların kazanılmasıyla yapılması planlanan tesis
yatırımının büyük bir kısmının gerçeğe dönüşmeyeceği. Aslında bu konu adaylık
sürecimizin de en zayıf halkalarından birini oluşturuyor. 2020 Oyunları için
rakiplerimiz olan Madrid ve Tokyo’nun büyük oranda hazır veya yalnızca
renovasyon isteyen tesislerini bir avantaj olarak sunmalarına karşılık,
İstanbul ancak inşaat projeleri ve ‘hükümetten destek sözü’ vererek bu açığını
kapatmaya çalıştı. Tabii, her tamamlanmamış proje risk demek ve risk kelimesi
IOC üyelerinin en çok korktuğu kelimelerin başında geliyor.
Bu
noktada aslında henüz kaçan bir fırsat yok. Yalnızca bir niyet göstergesi var
ki, bu durum İstanbul’un gelecekteki adaylık süreçleri açısından çok önemli bir
yer arz ediyor. Tesisleşme konusunda IOC’ye iki mesajdan birini verebiliriz. Ya
adaylık sürecinde öne sürülen projelerin ve hükümet desteğinin ev sahipliği
kaybedildiği için devam ettirilmeyeceğini söyleyip tesisleşmeye gitmeyiz ve bir
sonraki adaylığımızda aynı projeleri ısıtıp masaya koyarız ya da bu sürecin
olimpiyat adaylığının bir parçası olmasının yanı sıra ülke sporunun geleceği
için atılan bir adım olduğunu ve bu projelerin her türlü destek ile devam
ettirileceği mesajını verebiliriz. Haliyle ikinci mesaj İstanbul’un önümüzdeki
yıllardaki adaylık süreçleri açısından içinde bulunduğumuz dezavantajlı durumu
büyük bir avantaja çevirecektir. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 2012 yılında
hazırladığı ve 27 Ocak 2013 tarihinde resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe giren
Ulusal Gençlik ve Spor Politikası Belgesi bu konuda olumlu sinyaller veriyor.
Ancak bu belgedeki hedefler fazlasıyla geniş koyulmuş durumda ve spor
politikası anlamında daha somut adımlara ihtiyaç olacaktır[3].
Spor Mirası
Tesisleşmenin yanı sıra adaylık sürecimizin en zayıf halkalarından bir diğeri olan ‘spor mirası bırakma’ aslında IOC’nin açıkca söylenmese de en çok önem verdiği değerlerden biri. Her ne kadar IOC’nin sadece bir spor organizasyonu olmaktan çıkıp ekonomik ve politik değerleri de içinde barındıran bir kurum olduğunu kabul etsek de, bu yarışmaların her dört yılda bir düzenlenmesi bir gelenek olarak görülüyor ve ev sahipliği yapacak şehirlerin de bu geleneğe sahip çıkması gerekiyor. ‘Olimpik Bildirge’ (Olympic Charter) ismiyle IOC’nin tüm ülkelere gönderdiği dokümanın ilk bölümde ‘Olimpik Hareket’ (Olympic Movement) başlığı adı altında bu değerler açık bir şekilde yazılı[4].
İstanbul’un adaylık dosyasındaki Miras (Legacy) kısmının daha kuvvetli hazırlanmış olması belki tek başına bize
adaylığı kazandırmayacaktı ancak daha fazla oy almamıza ve ilerideki adaylıklar
için daha sağlam temellere sahip olmamıza neden olurdu. Miras konusuna tesis
yönünden bir örnek vermek gerekirse, sadece açılış ve kapanış seramonilerini
yapmak ve Oyunlar bittikten sonra bir kısmının sökülerek kapasite indirimine
gidilecek olan ‘Boğaziçi Stadyumu’ projesi, olimpik bir miras bırakmaktan
ziyade adaylığı kazanmak için atılmış bir adım gibi gözüküyor. Bu ve bunun gibi
projeler ne yazık ki kalıcı çözümler
yerine kısa dönemde kazanç (adaylığın kazanılması) sağlayıp geleceğe
yatırım düşünülmeden yapılmış ve IOC’nin ‘sportif miras’ ilkesine ters
düşen projeler. Önümüzdeki adaylık süreçlerinde dosya hazırlanırken bu tip fikirleri tekrar değerlendirmekte fayda var.
Ekonomik Fırsatlar
Olimpiyat Oyunları’nın hem akademik alanda hem de
pratikte en çok tartışılan konularından biri ise Oyunlar’a ev sahipliği
yapmanın bir şehir ve ülke için ekonomik bir fırsat mı yoksa bir yük mü olduğu.
Bu tartışmanın kesin bir cevabı henüz verilebilmiş değil. Ancak bir gerçek var
ki ev sahipliği yapma konusunda her geçen yıl giderek azalan sayıda şehir aday
oluyor. Her yapılan olimpiyatın bütçesi bir öncekinden fazla ve giderek yükselen
bu rakam, zaten gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler dışındaki ülkeleri
otomatik olarak bu listenin dışında bırakmakta. Artık milyar dolar seviyesine
gelmiş devlet destekli büyük ihaleler haline dönüşmüş adaylık süreçleri eğer
çok iyi yönetilmezse yıllarca sürecek büyük ekonomik buhranlara neden
olabiliyor (Ör: Montreal 76 ve Atina 2004).
Oyunlar ev sahibi şehirleri böyle bir finansal yük
altına soksa da, hem yukarıda bahsettiğimiz tesisleşme konusunda büyük hacimli yatırımlar,
hem de Oyunlar süresince ülkeye gelecek turistlerin canlandıracağı lokal
ekonomi anlamında birçok fırsatı içinde barındırıyor.
Tesis konusundan yukarıda bahsettik. Olimpiyatların
lokal bazda ekonomiyi canlandırması hususu da aslında akademik alanda uzun
süredir tartışılan başlıklardan bir diğeri. Artan turist sayısı elbette otel ve
restorant işletmecilerini ve turizme yönelik çalışan diğer işletmeleri memnun
edecektir. Visa şirketinin 2011 yılında yaptığı bir araştırmaya[5] göre,
yedi haftalık Londra 2012 Olimpiyat Oyunları sırasında Londra’da £750 milyon değerinde
harcamanın yapılacağı ve bu rakamın £709 milyonunun yabancı turistlerden
geleceği ifade ediliyor. Aynı araştırmaya göre eğer olimpiyatlar olmasaydı bu
rakam %18 daha az olacaktı. Dolayısıyla sadece Olimpiyat’ın getirisi £41 milyon
olarak görünüyor.
Bir başka araştırmada[6] ise,
Mark Perryman bu iddiaların tam aksi yönünde gerekçeler sunuyor ve Oyunlar’ın
yalnızca IOC’nin çıkarlarına göre düzenlenebileceğini, ev sahibi şehrin ne
ekonomik olarak ne de başka türlü ihtiyaçlarını karşılamayacağını iddia ediyor.
Sonuç
İstanbul şehri 1992 yılından beri Olimpiyatlar’a ev sahipliği yapmak için adaylığını koyuyor ve kazanana kadar da bu süreci devam ettirmelidir. Büyüyen bir ekonomiye ve ciddi bir genç nüfusa sahip olan Türkiye, IOC için her zaman güçlü bir aday aslında. Eğer önceki süreçlerde yapılan hatalardan ders çıkarılır ve kısa vadeli adaylık sürecinin kazanılması hedefi yerine uzun vadeli spor mirasının oluşturulması hedef alınarak İstanbul hazırlanırsa, IOC de Olimpiyatlar’ı Türkiye’ye vermek zorunda kalacaktır. Önemli olan, niyetimizin yalnızca bu organizasyonu yapmak değil, IOC Bildirgesi’nde de yazdığı gibi, insanlığın gelişimi ve barış içinde bir yaşam sürdürülebilmesi için sporu kullandığımızı gösterebilmemiz olacaktır.
[6] http://www.thedailybeast.com/articles/2012/07/30/do-the-olympics-boost-the-economy-studies-show-the-impact-is-likely-negative.html
Panaroma KHAS Dergisi'nin Sonbahar 2013 sayısında yayınlanan yazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder