Sayfalar

20 Temmuz 2012 Cuma

5. Avrupa Futbol Taraftarları Kongresi İstanbul'da Yapıldı


Türk futbolunun en büyük sıkıntısı nedir sizce? Kulüplerimizin Avrupa sahnesindeki istikrarsızlığı mı? Altyapı problemi mi? Yoksa kısa vadeli ve başarı odaklı transfer politikaları yüzünden kulüplerimizin içinde bulundukları finansal sorunlar mı? Kuşkusuz bunların hepsi acil çözüm gerektiren ciddi sorunlar, ama bizler çoğu zaman bu sorunların çözümmünde rol oynayan en temel noktayı gözden kaçırıyoruz. Futbol neden oynanıyor? Daha açık bir şekilde sormak gerekirse, "Futbol kimin için oynanıyor?" Bu sorunun cevabı bizi ilk sorunun cevabına da ulaştırıyor. Futbol, onu takip eden bizler, yani taraftarlar için oynanıyor, başka hiçbir nedeni yok aslında.

Son 20 yılda stadyumlara giden taraftarların profilinde ciddi değişiklikler yaşandığı bir gerçek. Küreselleşmeyle beraber yeni iletişim teknolojilerinin dünyayı 'zamansız' bir hale getirmesi sevdiğimiz oyunu da etkilemiş durumda. 20. yüzyılın başlarında filizlenen ve ortalarına gelindiğinde iyice kurumsallaşan taraftarlık kültürü, yerini canlı yayın kültürüne bırakıyor yavaş yavaş. Kulüpler maç günü stadyumlara gelen seyircilerin getirilerinden çok yayın haklarını pazarlayarak gelir elde ediyorlar. Haliyle de en çok para verene öncelik sunuluyor.

Peki taraftarların, yani bizlerin bu durumun oluşmasında hiç mi suçu yok? Futbol taraftarları olarak önceliğimiz taraftarı olduğumuz kulübün her zaman kazanması mı olmalı? Birlikte hareket edip oyunun asıl sahibinin kim olduğunu herkese göstermemiz gerekmez mi? Birlikte hareket etmekten kastım sadece kendi takımımızın taraftar grubu olarak değil, gerektiği anlarda diğer taraftar grupları ile de bir araya gelmek. Bu şekilde yüzbinleri temsil ederek, sesimizi kulüplere, federasyonlara ve uluslararası üst kuruluşlara (UEFA, FIFA vb) duyurmak. İşte bu noktada size geçtiğimiz hafta sonu Haliç Kongre Merkezi'nde düzenlenen Avrupa Taraftarlar Birliği'nin (Football Supporters Europe, FSE) kongresi ve genel kurulu ile ilgili birkaç bilgi aktarmak istiyorum.

FSE'nin Türkiye'deki şimdilik tek taraftar grubu üyesi olan UNİFEB'in öncülüğünde, ultrAslan ve Çarşı'nın da üniversite grubuyla desteğini verdiği bu kongre, geçtiğimiz Cuma günü Şükrü Saraçoğlu'nda düzenlenen panel ile başladı. Cumartesi sabahı ise Avrupa'nın ve Türkiye'nin dört bir yanından gelen taraftar grupları temsilcileri ve bireysel taraftarların da katılımlarıyla 5. Avrupa Futbol Taraftarları Kongresi'nin resmi açılışı yapıldı. Taraftarların genel sorunları üzerine paneller düzenledi, tartışma grupları kuruldu ve fikirler paylaşıldı.


Cumartesi akşamının sosyal etkinliği ise İnönü Stadyumu gezisi ve özellikle yurtdışından gelen konuklar için düzenlenen boğaz turuydu. Kongre'nin son gününde ise FSE'nin her yıl düzenlediği ve sadece üyelere değil herkese açık olan ancak sadece üyelerin oy kullanabildiği genel kurul toplantısı yapıldı. Aynı saatlerde düzenlenen bir başka toplantı da 'Futbolun Gerçek Hastalığı: Şike' başlıklı oturumdu. Bu oturumda Türkiye'deki taraftar grupları temsilcilerinin bir araya geldi ve gündem üzerinden Türkiye'deki taraftarlık problemleri tartışıldı. Son sosyal etkinlik olan Ali Sami Yen Spor Kompleksi'nin gezilmesi ile üç günlük maraton da sona ermiş oldu.

Bu organizasyonun en güzel yanı her zaman düşman gibi gösterilen üç İstanbul takımının taraftarlarının bir araya gelip ortaklaşa bir programı başarıyla tamamlamalarıydı. Zaten FSE'nin de çalışma prensibi ülkelerdeki taraftar gruplarını bir araya getirip ulusal bir taraftarlar derneği oluşturmak ve bu şekilde hem ülke çapında hem de Avrupa'da taraftarların güçlü bir sese sahip olmasını sağlamak.

Bu noktada FSE'nin yapısını da incelememiz gerekiyor. Öncelikle, FSE'ye üye olmak için bir taraftar grubu üyesi olmanız gerekmiyor. Bireysel olarak da başvurabiliyorsunuz. Üyelik ücretsiz olarak websitesinden yapılıyor (www.fse.org) ve dilerseniz bu oluşuma destek olmak adına bağış da yapabiliyorsunuz. Ancak FSE'nin mali anlamda bireysel desteğe çok da ihtiyacı yok. UEFA'nın tanıdığı tek uluslararası taraftar birliği oldukları için, proje bazlı konularda fon sıkıntısı çekmiyorlar. Diğer konularda da Avrupa Birliği fonlarından yararlanıyorlar. Merkezleri Hamburg'da (Almanya) ancak Almanya Futbol Federasyonu ile organik bir bağları yok, UEFA'nın her üye federeasyonuna eşit mesafedeler.


FSE'nin iç yapısına bakarsak hayli demokratik bir oluşumla karşılaşıyoruz. Tek tam-zamanlı çalışanı Genel Sekreteri Daniela Wurbs. Kendisi bir Alman ve FC St Pauli taraftarı. Onun dışında herkes gönüllü olarak çalışıyor ve üye olan herkesin FSE'nin yönetim kurulu olan 'Komite'ye seçilmek için aday olma hakkı var. Komite her yıl genel kurulda tekrar seçiliyor ve seçilmiş Komite üyeleri her sene tekrar aday olabiliyorlar. Bu yıl yapılan seçimlerde geçtiğimiz yılki sekiz üyenin beşi tekrar seçildi ve onların yanına üç yeni üye geldi. Her sene bu süreç tekrar ediliyor ve Komite'nin yaptığı aktiviteler değerlendiriliyor ve üyeler oy tercihlerini buna göre kullanıyorlar.

Dinamik ve aktivist bir topluluk olan FSE'nin çeşitli etkinliklerine de değinmeden geçmeyelim. UEFA destekli 'Fans' Embassy' (Taraftar Elçiliği) projesi futbol turnuvalarında (genelde uluslararası olanlarda) taraftarlar için kurulan portatif ofislerde bir tür elçilik görevi üstleniyor. Her ülkeden ve kesimden taraftara ücretsiz olarak bilgi ve desteğin verildiği bu elçiliklerde gönüllüler çalışıyor. Örneğin EURO 2012 süresince maçların yapıldığı şehirlerde kurulan bu elçiliklerde, Avrupa'nın dört bir yanından gelen taraftarlara Ukrayna ve Polonya'da nerede kalınması, nereden yiyecek/içecek alınması, ulaşımın nasıl sağlanabileceği, acil durumlarda ne yapılması gerektiği ve hatta tehlikeli işlere bulaşmadan kara borsa biletin nereden alınabileceği anlatılıyor. Kara borsa bilet satışını tabii ki desteklemiyorlar ama en azından bu yolu tercih etmek zorunda kalanlara yol göstermeyi de görev edinmişler.

Bu yapı altında büyük bir gönüllü ağı desteği ile çalışan FSE, her geçen gün Avrupa çapında hacmini ve dolayısıyla etkisini de arttırmakta. Umarım bizim takımlarımızın taraftarları da bu oluşumun gücünü fark ederler ve önce grup olarak bu oluşuma üye olur, ardından da üye grupların temsilcilerinin bir araya geleceği ulusal bir yapının oluşturulmasıyla 'Türkiye Futbol Tarafarları Birliği' adı altında ülkemizi Avrupa çapında temsil ederler. FSE Kongresi bu idealde atılmış ilk adım oldu. Artık top taraftarlarda.

13 Temmuz 2012 Cuma

2020 İstanbul Olimpiyat Oyunları: Gurur ve Endişe






Bu yaz Modern Olimpiyat Oyunları’nın otuzuncusu Londra’da düzenleniyor. Fransız Pierre de Coubertin’in öncülüğünde ilki 1896’da gerçekleştirilen Olimpiyat Oyunları aslında binlerce yıl eskiye dayanan bir geleneğin günümüze yansımış hali. Günümüzdeki oyunların atası olan ve ‘Antik Olimpiyat’ olarak adlandırılan bu oyunlar, kesin kanıtlara dayanmasa da milattan önce 9. yüzyıl civarlarına kadar tarihlenmiş durumda.

21. yüzyıla geldiğimizde ise Olimpiyat Oyunları’nın binlerce yıllık geçmişindeki misyonundan biraz uzaklaşmış olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) düzenlenen her Olimpiyat’ı ‘Olimpik Ruh’ çerçevesinde korumaya çalışsa da, küresel anlamda ilgi çeken bu etkinlik, televizyon yayını ve internet sayesinde milyonların canlı olarak takip ettiği ve bütçesinin milyar dolarlar seviyesine geldiği dünya çapındaki en büyük spor organizasyonu haline gelmiş durumda.

İstanbul 2020 Oyunları için aday

Modern oyunların başladığı 19. yüzyılın sonundan bu yana olmasa da Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nin (TMOK) kurulduğu 1908 yılından itibaren birçok sporcumuz bu oyunlara katılmış ve çeşitli başarılar elde etmiştir.

Olimpiyat Oyunları’nın Türkiye’yi ilgilendiren kısmı ise aslında yoğun olarak son 25 yıla yayılmış durumda. 1990’ların sonunda ilk defa 2000 Olimpiyat Oyunları için adaylığını koyan İstanbul bu adaylıkta istediğini bulamamış ve 2000 Olimpiyat Oyunları Avusturalya’nın Sidney şehrine verilmişti.

2000 yılı için yapılan bu adaylık başvurusu İstanbul için bir ilkti ve uzun yıllar yapılacak 'başvuru serisi'nin de başlangıcı olacaktı. 2004, 2008 ve 2012 Olimpiyat Oyunları için yapılan başvurularda sırasıyla Atina, Bejing ve Londra’ya karşı yarışı kaybeden İstanbul ve TMOK, artık ciddi bir strateji belirlemeye karar vermiş ve bu minvalde 2016 Olimpiyat Oyunları için aday olmamıştı. Böylece 2020 Oyunları için daha iyi hazırlanabilecek ve beşinci defa yapacağı bu başvuruda mutlu sona ulaşabilecekti.

İstanbul, Temmuz 2011’de verilen dosya ile aday kent olabilmek için IOC'ye başvurusunu yaptı. Ocak 2013’te ise son adaylık dosyası IOC’ye teslim edilecek ve 2020 Olimpiyat Oyunları’nın ev sahibi ülke 7 Eylül 2013’te gerçekleştirilecek 125. IOC Genel Kurul’unda açıklanacak.

Olimpiyatların Organizasyonu: Rüya mı, kabus mu?

Modern Olimpiyat Oyunları’nın tarihine ve her oyunun ardından yayınlanan detaylı raporlara baktığımızda bir Olimpiyat’ı düzenlemenin evsahibi şehire katkı mı sağlayacağını yoksa o şehri ekonomik bir uçuruma mı sürükleyeceğini önceden kestirmek zor. İstanbul’un adaylığı Türk sporu için paha biçilemez derecede önemli olsa da, eğer düzgün planlama yapılmazsa önümüzdeki on yıllar boyunca ülke ekonomisini zorlayacak borç batağına neden olunabilir.
Geride kalan 30 Olimpiyat’ı (Yaz Olimpiyat Oyunları) incelediğimizde birbirine yıl olarak çok yakın iki Olimpiyat’ın bu konuda iki zıt örnek teşkil etmekte olduğunu görebiliriz. Oyunlar tarihinin en çok zarar eden etkinliği olan 1976 Montreal (Kanada) Olimpiyat Oyunları ile en çok kâr eden etkinliği olan 1984 Los Angeles (Amerika Birleşik Devletleri) Olimpiyat Oyunları.

Dünyanın en kapsamlı spor organizasyonunu düzenlemek için öncelikle yapılması gereken, Oyunlar’ın ev sahipliği kazanıldıktan sonra mümkün olan en kısa sürede stratejik planlamanın yapılması ve ardından finansal bütçenin oluşturulması olacaktır. Montreal Olimpiyat Oyunları Organizasyon Komitesi’nin (COJO) en büyük hatası ise daha en başında, yani planlama aşamasındaydı. COJO’nun hatası, 1970’te kazandığı ev sahipliğinin ancak üç sene sonrasında, yani 1973 yılında ilgili yasayı bölgesel hükümetten geçirmeyi başarabilmesi ve organizasyon çalışmalarına Oyunlar’a sadece üç yıl kala başlayabilmesiydi.

Tarihin ekonomik anlamda en kötü yönetilmiş Olimpiyat’ı olarak kabul edilen Montreal 1976’nın yaptığı ikinci büyük hata ise daha önce düzenlenen Olimpiyatlarda da aynısının yaşanmasına rağmen organizasyonun getireceği mali yükün büyük bir kısmının şehre yüklenmiş olması ve her zaman olduğu gibi hesaplanan gelir rakamlarına ulaşamayınca da, bu borcun Oyunlar’ın bitmesinin ardından on yıllarca ödenmek zorunda kalınmasıdır. Yani COJO, daha önceki Olimpiyatlardan ders çıkaracağına aynı yöntemi izlemiş, yerel ve bölgesel hükümetin bürokratik çıkmazları yüzünden de sadece 3 sene içerisinde bütün etkinliği planlamak zorunda kalmıştı. Sonuç ise en başta belirttiğimiz gibi hüsran oldu. 


Los Angeles 1984: Ekonomik Mucize

1976’da Montreal’de yaşanan facianın yankıları 80’lere gelindiğinde Olimpik camiada hala sürmekteydi. Finansal ve idari anlamda yetersiz kalan bu organizasyon, bundan sonra aday olacak şehirler için aslında çok iyi bir örnek teşkil ediyordu. Montreal’den çıkarılacak ders, Olimpiyatların sadece devlet desteğine güvenerek planlanamayacağı ve bu planlama aşamasının mümkün olan en kısa sürede başlaması gerektiğiydi.

İşte bu iki derse çok iyi çalışacak olan Los Angeles Olimpiyat Oyunları Düzenleme Komitesi (LAOOC) özellikle kendilerinden önce düzenlenen üç Olimpiyat’ı çok iyi analiz etmişti: Münih ‘72, Montreal ‘76 ve Moskova ‘80. Münih ve Moskova’da düzenlenen oyunlar, Olimpiyatların organizasyon yönünden çok politik yönleriyle ses getiren etkinlikler olmuştu. Münih’te Yahudi sporculara karşı düzenlenen saldırı ve Moskova’da Sovyet Rusya hükümetine protesto amaçlı olarak yapılan tarihin en büyük Olimpiyat protestosu nedeniyle bu iki organizasyonun sportif yönü ikinci planda kalıyordu.

LAOOC’nin organizasyon planlaması büyük oranda Montreal’den çıkarılan derslere dayanacaktı. Amerikan Olimpiyat Komitesi’nin o dönemki başkanı Peter Ueberroth’a göre çok iyi bir idari ve finansal planlama ile hiç devlet desteği olmadan da bir Olimpiyat düzenlenebilir ve finansal bir krize neden olmadan gelecek nesillere olumlu bir miras bırakılabilirdi. Time dergisinin ‘1984 Yılın Adamı’ ödülüne layık göreceği Ueberroth, bu stratejisiyle daha sonra düzenlenecek Olimpiyat Oyunları’nın da kaderini değiştirecekti.

Los Angeles 1979 yılında Oyunlar’ın ev sahipliğini kazanır kazanmaz, LAOOC özel bir firma ile anlaşıp finansal bir plan hazırlattı. Bu plana göre LAOOC’nin finansal stratejisi iki ana temel üzerine oturtulacaktı. Birincisi, erkenden sponsorluk anlaşmalarının yapılması ve sponsor olan firmanın yapacağı ödemenin büyük bir bölümünü hemen ödemesiydi. İkincisi ise Oyunlar’ın yayın ihalesine katılacak medya kuruluşlarının depozito olarak (kazanamayanlara geri ödenecek şekilde) 500.000$’lık ödeme yapmalarının istenmesiydi. Böylece 5 yayıncı kuruluş ihaleye gireceğini bildirdi ve buradan 2.500.000$’lık bir kaynak oluşturulmuş oldu.

Sponsorlardan da alınan ödemeleri bu miktara ekleyen LAOOC müthiş bir başlangıç gelirine sahip olmuştu. Toplanan bu fon da hemen yüksek bir faiz oranı ile yatırım olarak kullanıldı. Bu yatırımdan gelecek düzenli faiz geliri LAOOC’nin organizasyonu için büyük bir hareket imkanı sağlayacaktı. Bu modeli ilk defa kullanan Los Angeles, tüm dünyaya devletin mali desteği olmadan bu çapta bir organizasyonun nasıl yönetilebileceğini de göstermiş oldu.

Los Angeles ve Montreal’in bu kadar zıt sonuçlar doğrumasındaki tek neden planlama ve mali politikalar değil ebette. Los Angeles’ta hali hazırda bulunan tesislerin Montreal’dekinden katbekat fazla sayıda olması ve Amerika’nın özellikle Yaz Olimpiyat Oyunları’nda Kanada’ya göre daha fazla sporcuya ve daha geniş bir kültürel altyapıya sahip olması da bu konuda hiç şüphesiz büyük etken. Ancak bu nedenler bile Montreal’in ortaya çıkardığı 1 milyar dolarlık zararı ve Los Angeles’ın 250 milyon dolarlık kârını açıklamaya yetmeyecektir.

İstanbul Olimpiyat Oyunları’nı düzenlemeye hazır mı?

Bu iki uç örneği inceledikten sonra bir Olimpiyat organizasyonunu düzenlemenin ne kadar ciddi finanasal planlama ve öngörü istediğini görmüş olduk. Adaylık süreci açık olan son altı Olimpiyat’ın beşine aday olmuş ve dördünden başarısızlıkla ayrılmış bir şehir olarak İstanbul’un her şeye rağmen paha biçilemez bir avantajı var: Bu süreçte kazanan ve kaybeden şehirlerin stratejilerini inceleme ve buna göre hazırlanma imkanı. Ayrıca 2020 için başvuran diğer adaylara baktığımızda (Bakü, Madrid, Doha ve Tokyo) İstanbul’un bu sefer belki de hiç olmadığı kadar kazanmaya yakın olduğunu görüyoruz.

Olimpiyat Oyunları’nın ülkemizde düzenlenmesi Türk spor tarihinin doruk noktası olacaktır. Son yıllarda büyük sportif organizasyonları başarıyla düzenlesek de, Olimpiyat Oyunları için seçeceğimiz stratejiyi çok iyi belirlememiz gerekiyor. Tercih edeceğimiz yol, bizi yıllarca gururlandıracak ‘Los Angeles’ mucizesi gibi de olabilir, önümüzdeki yıllara endişe ile bakacağımız bir ‘Montreal’ faciasına da dönüşebilir.

10 Temmuz 2012 Salı

"Yaklaşıyorum!"



Bir Wimbledon Finali'ni daha geride bıraktık ve İsviçreli Roger Federer İskoç Andy Murray'i 4 sette yenerek 7. kez Wimbledon zaferini elde etti ve 'idolüm' dediği Pete Sampras'ın rekorunu da böylece egale etmiş oldu. (7 kere bu kupayı evine götüren bir diğer isim de W.C. Renshaw: 1881-86 ve 1889)

Bu finalin bir özelliği ise ilk defa bir grand slam finalinde Roger Federer'in yoğun bir karşı tezahürat eşliğinde korta çıkmasıydı. Sempatik kişiliği ve mütevazı tavırları sayesinde (muhteşem yeteneğinden bahsetmiyorum bile) dünyanın dört bir yanındaki tenis severlerin ilgisini ve desteğini her zaman arkasında hisseden bir isim olmuştur İsviçreli. Özellikle grand slam finallerinde her zaman seyircilerin biricik Roger'ıdır o.

Geçtiğimiz Pazar günü ise Merkez Kort'u dolduran tenis severleri tatlı bir huzursuzluk kaplamıştı. Bir yanda İskoç ama maçlarını kazandığı sürece İngiliz basını için Britanyalı olan! öz evlatları  Murray, öteki tarafta ise Wimbledon tarihine geçmiş manevi evlatları Federer. Seyircilerin de işi zor, kariyerinin en iyi dönemini yaşayan Murray'i destekleyip Wimbledon Kupası'nı 76 yıl sonra bir Britanyalı'nın kazanması da önemli, öte yandan Federer'in yedinci defa İngilizlerin gönlünü fethetmesi ve uzun bir aradan sonra tekrar dünya 1 numarası olması da var.

Nadal'in ikinci.turda vedası sonrası ana tablonun alt tarafının en yüksek ratingli oyuncusu konumuna gelen Murray'in finale kadar gelmesi zaten sürpriz olmadı. Ancak finalde Federer'i yenseydi benim için beklenmedik bir durum olacağını itiraf etmeliyim. Bunu üzülerek söylüyorum ama iki oyuncu arasında ne yazık ki dağlar kadar fark var.

İlk seti alan taraf Murray olsa bile Federer'in bu maçı kaybetmesi için inanılmaz kötü oynaması gerekeceği aşikardı. Federer'in de böyle huyları olmadığını biliyoruz. Aslında Murray elinden gelenin en iyisini yaptı, hatta fazlasını bile ortaya koydu ama dediğim gibi aradaki dağları aşmak için Murray'in daha fazla çalışması gerekecek.

Murray'in en önemli avantajı ise yaşı ve çalışma azmi. Federer'in otuzuna merdiven dayadığı şu dönemde uzun vadeli düşünürsek, Murray'in önünde yalnızca iki ciddi rakibi var: Nadal ve Djokovic. Murray'in dezavantajı ise bu iki sporcunun da Federer gibi ekstrem yeteneklere sahip olması ve zor anlarda bu yetenekleri ile kazanmayı bilmeleri. Zaten dünya ilk üçünün bu üçlü arasında gidip gelmesinin temel sebebi de bu. Murray henüz ekstrem durumlarda orataya çıkaracağı 'gizli gücü'nü keşfedebilmiş değil.

2012 Wimbledon sayesinde kazandığı puanların katkısı ve Nadal'ın erken vedasının ona çok puan kaybettirmesi ile Murray puan olarak arayı bu üçlü ile biraz kapatmış durumda. Ancak kazanılan puanları korumak onları ilk seferde kazanmaktan çok daha zor.

Tenis'i güzel yapan da aslında bu sistem. Her girdiğiniz turnuvadaki başarınız sizi ancak bir sene kadar idare ediyor ve aslında oynadığınız her turnuvada bir sene önce girdiğiniz aynı turnuvadaki derecenizi korumanız veya geliştirmeniz gerekiyor. Bu şekilde de dinamik bir sıralama oluşabiliyor.

Son söz olarak, ben Murray'in gelişimini bundan sonra daha sıkı takip edeceğimi söyleyebilirim. Wimbledon finalini kaybettikten sonra verdiği ropörtajdaki ilk cümlesi aslında genç sporcunun hedeflerini bize özetliyor: "Yaklaşıyorum!"

21 Ocak 2012 Cumartesi

Spor ile Toplumsal Bütünleşme: 2012 Avrupa Spor Başkenti İstanbul


1985 yılında Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri ‘Avrupa Kültür Kenti’ kavramını ilk kez öne sürmüş ve ilk ünvan aynı yıl Yunanistan’ın Atina şehrine verilmişti. Bu ünvanın alınması belki Atina şehrinde büyük değişikliklere neden olmadı ama o günden bugüne bakıldığında kentte düzenlenen kültür ve sanat faaliyetlerinin sayısında ve kalitesinde bir artış olduğu aşikar. 1985’ten beri her yıl verilen bu ünvanı 2010 yılında İstanbul şehri de kazanmış ve ‘Avrupa Kültür Başkenti’ kisvesi altında birçok sanatsal ve kültürel etkinlik gerçekleştirilmişti.

2010 yılında ünvanı alan İstanbul, aynı yıl içerisinde ‘2012 Avrupa Spor Başkenti’ olabilmek için de başvurusunu sessiz sedasız gerçekleştirmişti. 2010 yılı Kasım ayına geldiğimizde Avrupa Spor Başkentleri Birliği’nin (ACES) Seçici Kurul’u 2012 için tercihini açıkladı ve İstanbul henüz kültür başkenti ünvanını devam ettirirken iki sene sonrası için ‘Avrupa Spor Başkenti’ ünvanını da kazanmış oldu. Tabii ki ünvanı kazanmak sadece bir başlangıç, önemli olan ACES’in verdiği bu ünvana şehrin layık olduğunu gösterebilmek.

ACES, 2001 yılından beri her yıl 'Spor Başkenti' ünvanını bir Avrupa Birliği ülkesi şehrine veriyor. Türkiye Birlik üyesi olmasa da Avrupa Birliği ile yapılan özel anlaşmalardan dolayı bu kategoride değerlendiriliyor. Aslında ACES’in verdiği tek ünvan bu değil. Her yıl şehirlere üç farklı kategoride ünvan veriyorlar: Avrupa Spor Başkenti, Avrupa Spor Kenti ve Avrupa Spor Şehri (European Capital of Sport, European City of Sport & European Town of Sport).


Üç farklı kategorinin temel ayrılma noktası ise verildikleri şehirlerin nüfus sayıları. Avrupa Spor Başkenti olabilmek için aday olan şehrin en az 500.000 nüfuslu olması gerekiyor. 25.000 ile 499.999 kişi arasında nüfusu olan kentler ise Avrupa Spor Kenti kategorisine başvurabiliyorlar. 25.000’in altında nüfusa sahip olanlar ise ancak Avrupa Spor Şehri ünvanını almaya hak kazanabiliyor.

ACES her yıl en fazla bir adet Başkent, 9 adet Kent ve 18 adet de Şehir ünvanı verebiliyor. Bu kategoriler altında seçilen şehirlerin sorumluluklarının içeriği aynı, yalnızca çapı farklılık arz etmekte. Örneğin bir spor başkenti seçildiği yıl için en az 36 tane uluslararası, ulusal, bölgesel ve yerel anlamda spor organizasyonu düzenlemekle yükümlü. Bu organizasyonlara ACES delegelerinin de katılımının gerçekleşmesi gerekiyor. Sorumluluk anlamında spor kentlerinin 24, spor şehirlerinin ise 12 organizasyon düzenlemesi ACES Tüzüğü’nde asgari sınırlar olarak belirlenmiş.

Gelelim ACES’in bu ödülü vermesindeki esas amacına, yani İstanbul’un 2012 yılı için sorumluluklarına. ACES’in böyle bir ödül yaratmasındaki ana gerekçe, sporun toplumları bütünleştirici, yaşam standartlarını yükseltici, etik değerleri koruyucu ve sağlıklı bireyler oluşturucu özelliklerini ön plana çıkartarak söz konusu şehrin sporu kullanarak toplumsal gelişimini sağlamak. Dikkat edildiğinde bu amacın aslında Olimpiyatlar'ın amacıyla çok benzeştiğini görebiliyoruz. Zaten Avrupa Olimpiyat Komitesi ve Avrupa Birliği Komisyonu ACES’in ana ortakları durumunda.

Peki, Avrupa Spor Başkenti ünvanı alan bir kent bu süreçte ne yapmalı? ACES yönetim kurulu Olimpik gelenekleri de göz önünde bulundurarak beş genel hedef oluşturmuş:

1) Egzersiz yaparken zevk alma,
2) Başarı için istek duyma,
3) Sosyal deneyim yaşama,
4) Fair Play’i öğrenme,
5) Sağlığı geliştirme.

İşte bu beş temel prensip İstanbul’un 2012 yılında Spor Başkenti ünvanı ile düzenleyeceği tüm aktivitelere temel teşkil edecek. Biraz açmak gerekirse, düzenlenecek organizasyonlarda nelere dikkat edilmesi gerekildiğini şöyle sıralayabiliriz:

1) Öncelikle, Spor Başkenti ünvanı şehirlere verildiği için yapılacak etkinlikleri kontrol edecek kurumlar da belediyeler oluyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin spor organizasyonunu yöneten kurum da Spor AŞ olduğuna göre, aslında 2012 yılındaki düzenlenecek tüm organizasyonlar bu kurumun kontrolünde yapılacaktır. Bu noktada ilk hedeften yola çıkarsak, bireylere ve topluma bir bütün olarak hem eğlenme hem de vücut geliştirme anlamında spor yaptırmak için Spor AŞ’nin spor kulüpleri, sağlık kuruluşları, okullar ve gençlik kulüpleri ile organize bir şekilde çalışması gerekecek. Ancak bu şekilde egzersiz yaparken zevk alan ve sağlıklı gelişen bireyler ortaya çıkacaktır.

2) Sporun eğlencesinin yanında bireylerin başarı kazanma anlamındaki arzularını da karşılayabilmek için yaş aralığı ve hedef gruplar dikkate alınarak çocuklar, öğrenciler, çalışanlar ve yaşlılar için çeşitli turnuvalar düzenlemesi gerekmektedir. Bu noktada Modern Olimpiyatlar’ı hayata geçiren Baron de Coubertin’in sözü yol gösterici nitelikte: “Kazanmak en önemli şey değildir, ama yarışmak öyledir; en sonunda zafer değil başarı mühimdir.”

3) Özellikle bilgisayar oyunları ve televizyonun gençler üzerindeki olumsuz etkilerinin giderek arttığı çağımızda, sporun gençlere sosyal bir deneyim kazandırma konusundaki önemi had saffadadır. Bu noktada belediyelerin spor kulüpleri ve ilgili diğer kuruluşlarla iletişime geçip sınıf, jenerasyon ve ırk ayrımı yapmadan herkesi bir araya toplama görevini üstlenmesi gerekiyor. Bir toplumun gelişmesi ve ilerlemesi anlamında öncelikle tüm bireylerin ortak bir paydada buluşması çok önemli. Spor da bu noktada en doğru etken konumunda.

4) İstanbul gibi milyonlarca insanın yaşadığı kozmopolit bir şehirde birbirinden farklı milliyetten ve kültürden oluşan birçok topluluk yaşamakta. Önceki maddelerde de bahsettiğimiz gibi bu toplumları ortak bir noktada toplamanın belki de en kolay yoludur spor yapmak. Ancak sadece spor imkanı sağlamak ile bu grupların iyi anlaşmaları sağlanamaz. Bu noktada sporun özünde olan ‘fair play’ nosyonunu da aşılamamız gerekiyor. Spor kulüpleri, okullar, gençlik kulüpleri ve benzeri gruplara çeşitli spor salonları, spora alanları ve spor teçhizatı sağlayacak olan belediyelerin aynı zamanda sporun kurallarını da fair play çerçevesi altında katılımcılara öğretmesi gerekecek. Ancak bu şekilde spor yapmak/yaptırmak hedefine ulaşılacak ve toplumsal bütünlük sağlanacaktır.

5) Son olarak, sağlığı ve genel refahı arttırmak için belediyelerin, spor kulüpleri, sağlık sigortası firmaları, okullar ve bağımlılığa karşı destek birimleri gibi çeşitli kuruluşlarla ortak çalışmalar yapması, halkı spor yapmaya teşvik ederken aynı zamanda kötü alışkanlıklardan da uzak tutması gerekiyor. Bu şekilde hazırlanacak spor programları ile öncelikle gençlerin, yetişkinlerin, hastaların ve yaşlıların sağlıklarının korunması ve iyileştirilmesi sağlanabilecektir.

Günümüzde Avrupa’da yaklaşık 750 bin tane spor kulübü bulunmakta. Bu sayı her geçen gün de giderek artıyor. ACES’in bu kulüplere tek tek ulaşıp üyelerini bilinçlendirme şansı yok,  ancak her yıl 20’yi aşkın şehre verdiği ‘spor başkenti/kenti/şehri’ misyonu ile aslında bu sorumluluğu şehirlerin belediyelerine delege edebiliyor ve birçok farklı ülke ve kültürde spor yoluyla toplumsal bilinçlendirme yaratmaya çalışıyor. Umarız 2012 Avrupa Spor Başkenti ünvanı, 15 milyona yakın nüfusu olan İstanbul şehri için de spor yolu ile toplumsal gelişimin hızlanmasına ve farklı kültürlerin kaynaşmasına vesile olur.

Kaynak: ACES Websitesi (http://www.aces-europa.eu/)

6 Ocak 2012 Cuma

Avrupa Futbolunun Kabusu: Afrika Uluslar Kupası!!



İlki 1957 yılında Sudan'da düzenlenen ve Mısır'ın finalde Etiyopya'yı 4-0 yenerek şampiyon olduğu Afrika Uluslar Kupası, 21 Ocak'ta ev sahiplerinden Ekvator Ginesi'nin Libya ile yapacağı maçla başlıyor. Kupa'nın ilk (1957) ve son (2010) şampiyonu olan, aynı zamanda en fazla şampiyonluğa sahip ülkesi olan Mısır ise bu organizasyonda yer almıyor.

Her iki yılda bir düzenlenen bu organizasyon, tüm Afrika kıtasının bir araya geldiği nadir etkinliklerden biri. Çoğu zaman iç savaş, politik huzursuzluk ve yoksulluk gibi sıkıntılı durumlarla gündeme gelen 'Kara Kıta' için nefes aldıkları bir festival aslında Uluslar Kupası. Her ülke taraftarının kendilerine has giyim tarzları, müzikleri, dansları ve diğer kültürel geleneklerini tüm dünyaya gösterebilmeleri için büyük bir fırsat bu kupa. Tabii Afrikalılar festival havasındayken, aynı anda Avrupa futbolu kabus dolu günler yaşayabiliyor.

Her iki yılda bir ara transfer döneminin sonuna denk gelen bu turnuva sırasında üst düzey Avrupa takımlarının çoğu isyan bayrağını çekmekte. Bu durumun nedeni ise basit: Afrika futbolunun 'kaymak tabakası' diyeceğimiz elit oyuncuların Avrupa liglerinde oynuyor olmaları ve bu oyunculardan organizasyon süresince yoksun kalan kulüp takımlarının ciddi anlamda zorluk çekmeleri. Milli maçlarda sakatlanıp sezonu kapatan futbolcular ise cabası!

Zaman zaman 15 gün oyuncusundan mahrum olacak bazı Avrupa takımlarının bu oyuncular yerine transfer bile yaptıklarını görebiliyoruz. Daha da enteresanı, kendi oyuncularının çoğunlukta olduğu milli takımların kupaya erken veda etmesi için dua eden Avrupa takımlarının olması. Hal böyleyken de birinin festivali diğerinin sıkıntısı olabiliyor.


Gelelim Afrika Uluslar Kupası'nın Afrika tarafına. Ekvator Ginesi ve Gabon ortaklığında düzenlenecek bu organizasyon aslında son yıllarda katılan takımlar anlamında en zayıf kupalardan biri konumunda. Son üç kupanın şampiyonu Mısır, son Dünya Kupası'na ev sahipliği yapan Güney Afrika Cumhuriyeti, her zaman favoriler arasında gösterilen Kamerun ve Nijerya gibi ülkeler 2012'de boy gösteremeyecekler. Bu organizasyona katılamayan takımlar kendi aralarında bir turnuva düzenleseler, neredeyse aynı derecede ilgi görürler diyebiliriz.

Dört gruplu ve toplam 16 takımdan oluşan şampiyonanın bu seneki en büyük favorileri ise Fildişi Sahili ve Gana takımları. 2006'da finalde Mısır'a kaybeden Fildişi Sahili ve 2010'daki finalde gene Mısır'a kaybeden Gana ekibi gruplarını lider tamamlayabilirlerse, fikstür avantajları çerçevesinde finale kadar karşılaşmayacaklar. Bu durumda da eğer beklendiği gibi olursa, 12 Şubat'taki finalde Fildişi Sahili-Gana maçını izliyor olacağımız muhtemeldir

Tabi futbolun güzelliği her zaman favorilerin kazanamıyor olması. İkincil durumda favori olarak gösterebileceğimiz takımlar ise Senegal, Mali ve Fas takımları. Ancak Fildişi Sahili ve Gana takımlarındaki kadro derinliğini (Avrupa'da üst düzey oynayan oyuncu sayısı) bu takımlarda göremiyoruz. Belki Senegal bu ikiliyi biraz zorlayabilir. Eric Gerets'in antrenörlüğünü yaptığı ve Marouane Chamakh'ın liderliğindeki Fas takımı da en büyük dördüncü aday benim gözümde.

Ev sahibi iki ülkeyi incelediğimizde ise 'ev sahibi avantajı'nın bile onlar için pek de yeterli olamayacağını söyleyebiliriz. Kupaya beşinci defa katılan ve en fazla Çeyrek Final görebilen Gabon ile ilk defa grup aşamasına çıkma şansına erişen Ekvator Ginesi kupanın sürpriz ekipleri konumundalar. Eğer bu iki ekipten taraftarlarının da desteğiyle müthiş performanslar izleyemezsek, ev sahipleri ilk turda turnuvaya veda edecek gibi görünüyor. Hep birlikte izleyip göreceğiz.