Passolig uygulaması spor gündemimizi son dönemde en fazla meşgul eden konuların başında geliyor. Nisan 2014’te uygulanmaya başlanan Passolig, taraflı tarafsız birçok futbolseverin tepki odağı haline geldi. Ancak bu yazının konusu ne bu sistemi övmek ne de yermek. Amaç, alternatif bir model önermek.
Passolig sisteminin uygulamadaki en temel problemi, yalnızca tek yönlü ceza mekanizması üzerine kurulmuş olması. Oysa öncelikli olarak tribünlerdeki şiddetin en büyük nedenlerinden biri olan federasyon-kulüp-taraftar üçgenindeki iletişim eksikliklerinin giderilmesi gerekiyor.
Mevcut durumda ne yazık ki tarafların karşılıklı olarak sıkıntılarını anlayıp çözmeye çalıştığı demokratik bir yapı yerine, yasal gücü olanın ağır yaptırım uyguladığı, olmayanın ise protesto ettiği ve cevap alamayınca da ne yazık ki şiddete başvurduğu bir yapı var. Passolig’in yürürlüğe girmesiyle de zaten işlevsiz olan bu iletişim kanalları neredeyse tamamen kapanmış oldu.
Bu noktada sorulması gereken en temel soru ise sporda şiddet ve düzensizliği önlemek için doğru yöntemin tek yönlü ceza mekanizmaları ve elektronik bilet uygulaması olup olmadığıdır.
Sporda şiddete İngilizlerin çözümü
Yazının sonunu beklemeden sorunun cevabını verelim: Sporda şiddet problemini çözmek için taraftarı tribünlerden uzaklaştıran, tek yönlü, tavandan tabana işleyen ve yalnızca ceza vermek ve ifşa etmek üzerine kurulu bir sistemin yerine, karşılıklı iletişime dayanan, sivil inisiyatifin ön planda olduğu ve güven odaklı bir yapının oluşturulması şart. İngiltere’nin yakın dönemde yaşadığı değişimi kendimize örnek olarak alabiliriz.
İngilizlerin 1989 Hillsborough Faciası’ndan sonra girdiği süreç ve günümüzde ulaştıkları nokta ortada. Avrupa’da ‘holiganizmin kalesi’ olarak kabul edilen konumlarını, 25 yıl içerisinde Premier League gibi dünyanın gıpta ettiği bir lige sahip olan ve futbol kültürünün derinliğiyle tanınan bir ülke konumuna getirdiler. Holiganizm tamamen kaybolmadı belki ama 80’lerdeki etkinliğinin çok gerisinde olduğu da bir gerçek.
Peki bu değişimi nasıl başardılar? Saha kapatma cezalarını ağırlaştırarak mı? Ağır hapis ve para cezaları bulunduran yeni yasalar çıkartarak mı? Yoksa e-bilet uygulamasıyla mı? Doğru cevap: Hillsborough Faciası’nın hemen ardından kurulan komisyonun sunduğu Lord Taylor Raporu doğrultusunda kurumsal yönetişim ilkelerini yürürlüğe sokarak. Yani modern ve konforlu stadyumlar, hesap verebilir kulüp yapıları ve çok bilinmeyen ama arka planda kitlesel değişime sebep olan taraftar yönetimi modeli sayesinde. Bu üçüncü neden aslında ülkemizdeki şiddet problemine de cevap olabilecek nitelikte.
Hillsborough Faciası o dönemde İngiltere’de yalnızca hükümeti harekete geçirmez. Taraftar grupları, sivil toplum örgütleri ve yerel otoriteler artık sporda şiddet konusunda dibe vurulduğunun farkındadırlar ve değişim için dört bir koldan destek verirler. Özellikle de taraftar grupları bu değişime öncülük edeceklerdir.
Bu hareketin başlangıç noktası ise gene bir taraftar grubudur. 1992 yılında İngiltere’nin dördüncü ligi takımı olan Northampton Town FC finansal çıkmaza girince kulübün taraftarları aralarında para toplayarak kulüplerini kurtarmaya karar verirler. Taraftarlar, kurdukları taraftar vakfı üzerinden kulübün hisselerini satın alarak onun sahibi olurlar ve kulübün borçlarını kapatırlar. Bu durum futbol tarihinde bir ilktir.
2000 yılına gelindiğinde bu modeli kullanan birçok taraftar vakfı benzer şekilde kulüplerini iflasın eşiğinden kurtarmış olacaktır. Taraftar vakfı modelinin faydalarını gören İngiltere Hükümeti de ülkedeki tüm taraftar gruplarının bu modeli öğrenmesi ve uygulaması için ulusal ölçekte bir yapı ortaya çıkarır: Supporters Direct (SD, Taraftar Yönetimi).
Hükümetin sunduğu bu eğitim ve fon sayesinde taraftarlar hem kulüplerine nasıl destek verebileceklerini öğrenmiş hem de kulüplerinin yalnızca dışarıdan destekçisi değil sahibi de olduklarını fark etmiş olurlar. Oluşturulan sağlıklı kulüp-taraftar iletişimi sayesinde özellikle şiddet ve düzensizlik anlamında birçok problem neredeyse kendiliğinden ortadan kalkmıştır.
Türkiye'de taraftar grupları bilinçleniyor
Passolig yürürlüğe girdiğinden beri aslında farkında olmadan ülke sporuna büyük bir katkıda bulundu. Türkiye’de ilk defa rengine ve ismine bakmadan tüm taraftarlar ortak bir mücadelede bir araya geldiler. Forumlar düzenlendi, taraftar grupları akademik konferanslara katılım göstermeye başladılar, uluslararası örgütlenmelere dâhil oldular ve haklarını sadece tribünlerde değil mahkemelerde de aramaya başladılar. Sonuç olarak İngiltere’de 90’larda yaşanan bilinçlenme ve örgütlenmenin ilk tohumları geç de olsa ülkemizde de atılmış oldu.
Günümüzde taraftar dayanışması ve koordinasyon konularında Avrupa'nın çok gerisinde olduğumuz bir gerçek. Temelinde sivil dayanışmanın yattığı taraftarlık olgusunun güçlenmesinin tek yolu organize olmaktan geçiyor. Bu anlamda Avrupa Futbol Taraftarları (Football Supporters Europe, FSE) derneğini örnek alabiliriz. FSE aynı zamanda UEFA’nın da resmi olarak desteklediği tek taraftar organizasyonu konumunda. Özellikle Gezi ve Passolig süreçleriyle nedeniyle ülkemizde de aktif bir rol alıyorlar.
FSE’nin Avrupa çapında kurgulamaya çalıştığı sistemde üç çeşit üyelik bulunuyor: Bireysel taraftar üyeliği, taraftar grubu üyeliği ve ulusal taraftar grubu üyeliği. Ülkemizin FSE’de bireysel üyeleri ve taraftar grubu üyeleri mevcut ancak ulusal anlamda bir ulusal taraftar örgütümüz olmadığı için henüz ülke çapında yeterli düzeyde organize olabilmiş bir taraftar iletişim ağına sahip değiliz.
Taraftarların örgütlenmesi için esas bileşen aslında ortada: Tüm taraftarların şikayetlerinin aşağı yukarı aynı olması. Kulüplerle iletişimsizlik, polis şiddeti, bilet fiyatları, stadyumların altyapı ve konfor yetersizlikleri ve son dönemde eklenen elektronik kart zorunluluğu bunların en önemlileri. Dolayısıyla benzer konularda farklı coğrafyalarda tek tek savaşmaktansa, oluşturulacak ulusal yapı altında birleşip gür bir sesle federasyona ve hükümete ulaşmak çok daha etkili olacaktır. Tabii bu yapının da mutlaka demokratik temellere dayanan üyelik ve eşit oy hakkının bulunduğu bir yapı olarak oluşturulması ve tüm kararların bu süzgeçten geçirilerek alınması şart.
Tam olarak FSE’nin kurguladığı düzlemde olmasa da ülkemizdeki ulusal taraftar yapılanmasına bir örnek olarak Taraftar Hakları Derneği’ni (THD) gösterebiliriz. THD, taraftar haklarının hem futbol otoritelerine karşı hem de kendi aralarında savunulması gerektiğinin bilincinde olan bir dernek. Taraftarlığın yalnızca tribünden destek vermek olmadığını ve tribünlerde olduğu kadar stadyumun dışında da örgütlenmeden istenen noktaya ulaşılamayacağının farkındalar.
Sonuç: Hepimiz taraftarız
Yapılması gerekenlerin başında ‘taraftar’ olgusunun medya tarafından sürekli olarak pompalanan negatif imajını dönüştürmek geliyor. Kabul etmeliyiz ki taraftarları stadyuma yalnızca kavga çıkarmaya, küfür etmeye, maddi zarar vermeye gelmiş kişiler olarak görmenin ve göstermenin, hatta onları "terörist" ilan etmenin kimseye faydası yok, hatta ciddi zararı var. Taraftar denen kitle ötekileştirildikçe kaçınılmaz cevap şiddet eğilimleri olacaktır.
Taraftar toplamının içerisinde milletvekilleri, milyon dolarlık şirket sahipleri, doktorlar, mühendisler, ev hanımları, maden ocağı çalışanları, işsizler, kadınlar ve çocuklar bir arada bulunuyor. Hepsi aynı tribünde oturmuyor, sahaya aynı açıdan bakmıyor olabilirler. Zaten hayata da aynı açıdan bakmazlar. Ancak sevdikleri renklere aynı özveri ile bağlıdırlar. Takımının maçını izlemeye aynı yolu kullanarak gelirler. Belki biri özel şoförüyle, diğeri ise halk otobüsüyle. Ama kazandıklarında aynı sevinci, yenildiklerinde aynı burukluğu yaşarlar. Taraftar dediğimiz kişi sadece yakıp yıkan, polisle kavga eden insan değildir. Aslında hepimiz birer taraftarız. Farklı renklere gönül vermiş olabiliriz ama ortak bir isteğimiz var: Güzel futbol izlemek.
Sadece ‘istenen’ taraftarların değil, tüm taraftarların rahatça maç izleyebilecekleri tribünler yaratmak için henüz geç değil. Yalnızca karşılıklı iletişim, özveri ve anlayış gerekiyor.
Bu yazı 6 Şubat 2015 tarihinde Al Jazeera Turk websitesinde yayınlanmıştır.
http://aljazeera.com.tr/gorus/cozum-taraftar-orgutlenmesi
10 Şubat 2015 Salı
16 Ekim 2014 Perşembe
Menajerler Gidiyor, Aracılar Geliyor
Bir yaz transfer sezonunun daha sonuna geldik. Avrupa’da ligler başladı. Şampiyonluk hedefiyle yola çıkan takımların çoğu, üç basamaklı milyon dolarlar seviyesinde transfer harcamaları yaparken, her zaman olduğu gibi taraftarlarını da katıldıkları kupaların en büyük favorileri olduklarına ikna etmiş durumdalar. Futbolcular ise gene hayallerindeki takımlara imza attılar!
Futbol dünyamızda olup biten bu gelişmeleri oyunun esaslı takipçileri olarak medyadan anbean takip ediyoruz. Tüm bu transfer sürecinin perde arkasındaki aktörler olan futbolcu menajerlerini ise çoğu zaman gözden kaçırmaktayız.
Her yıl olduğu gibi 2014 yaz transfer sezonunda da on binlerce futbolcu kulüplerini değiştirdiler. Birçoğu ise kulübüyle olan sözleşmelerini uzattı. Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği FIFA’nın yayınladığı rapora göre tüm futbolcu transferleri için ödenen miktar 3.7 milyar dolara yaklaşmış durumda.
Tüm bu transfer hareketleri sonucunda ise kazançlı çıkanlar her zamanki gibi futbolcu menajerleri oldu. Aynı rapora göre bu transferlere aracılık yapan menajerlerin aldıkları toplam komisyon miktarı bir sene önceye göre yüzde 31 oranında artmış.
“FIFA,
menajerlerin transfer piyasasındaki etkilerini azaltmak için önümüzdeki
yıldan itibaren menajerlik müessesesini sona erdirme kararı aldı.
Menajerler, yerlerini lisans almadan çalışacak olan ‘aracı’ kişi ve
kurumlara bırakacaklar.”
Emir Güney, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü
FIFA yönetimiyse bu büyümeden hiç memnun değil. Menajerlerin transfer piyasasındaki bu etkilerini azaltmak için önümüzdeki yıldan itibaren menajerlik müessesesini sona erdirme kararı aldı. Bu durumda menajerler, yerlerini lisans almadan çalışacak olan ‘aracı’ kişi ve kurumlara bırakacaklar.
Peki, FIFA neden böyle kökten bir değişikliğe gitme ihtiyacı hissetti? Bu sorunun cevabını menajerlik müessesesinin tarihsel gelişimini incelediğimizde görebiliyoruz.
1991: Menajerlere lisans zorunluluğu
FIFA, 1991 yılında futbolcu transferlerinde el değiştiren paranın üçüncü şahıslara giden kısmını regüle etmek için yeni bir sistem yaratır. Artık futbolcuların transfer dönemlerinde kulüplerle bağlantıya geçmesine aracılık eden ve bu hizmeti karşılığında komisyon alan kişiler, bir lisans sahibi olmak zorundadır. Bu lisansın adı ‘Futbolcu Menajeri Lisansı’ olarak tanımlanır. Bundan böyle FIFA, bu lisansı Zürih’te bulunan merkezinde, resmi dillerinden birinde ve yalnızca yılda iki defa yaptığı sınav karşılığında verecektir. Menajerlik yapmak isteyenlerin, bu sınavın ücretini ödemek dışında bazı sigorta yükümlülükleri de olacaktır. FIFA, yaptığı bu değişiklikler sayesinde her isteyenin menajerlik yapmasının da önüne geçmiş olur.
Aslında o dönemde bu sistemin getirilmesindeki esas amaç, gelecek vadeden genç futbolcuların kariyerlerini, kişisel çıkarları (ör: daha fazla komisyon almak, rant sağlamak, bağlantı kurmak, vb.) uğruna heba eden üçüncü kişileri kontrol altında tutmaktır. Ancak 2000’li yıllara girilirken bu lisansın yalnızca Zürih’ten verilebiliyor olması, oluşan büyük başvuru rakamları nedeniyle sıkıntıya sebep olur. Dolayısıyla FIFA 2001 yılında Oyuncu Menajerleri Yönetmeliği’ni yürürlüğe koyar ve lisanslama yetkisini ülke federasyonlarına devreder.
Sınav gene FIFA’nın resmi dillerinden birinde yapılacaktır. Her ne kadar kontrol federasyonlarda da olsa, merkezi sistem yine ağırlıktadır. Sınavda sorulacak yirmi sorunun on beşi FIFA, beşi ise ülke federasyonu tarafından hazırlanır. Dolayısıyla bu lisansı alabilmek için hala belirli bir düzeyde uluslararası hukuk ve spor yönetimi bilgisine ihtiyaç duyulmaktadır.
2008: Ulusal federasyonlar kontrolü ele alıyor
2008 yılına gelindiğinde ise FIFA yeni bir yönetmelik çıkarma ihtiyacı hisseder. Menajerlik başvurusunun bir hayli zor olması, sınavların yılda iki defa ve yalnızca FIFA dillerinde yapılıyor olması birçok insanı kayıt dışı menajerliğe itmiştir. Bunun önüne geçmek isteyen FIFA, ulusal federasyonlara kendi yönetmeliklerini hazırlama ve sınavları kendi dillerinde yapma yetkisini verir.
Bu değişimle birlikte menajerlik başvurularında yeniden patlama yaşanır. Ancak sınavın zorluğu ve başvuru koşullarının ağırlığı nedeniyle hâlâ her isteyen menajer olamamakta ve seçici süreç devreye girmektedir. Her ne kadar dünya çapındaki menajerlerin sayısı artmış olsa da, az sayıdaki menajer futbol piyasasına hükmetmeye devam eder.
“Jorge
Mendes’in 18 yıllık menajerlik kariyeri boyunca transferine aracılık
yaptığı oyuncuların toplam değeri 1 milyar sterlini aşmış durumda.”
Emir Güney, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü
Bu menajerlerin en tanınmışlarından biri olan Jorge Mendes günümüzdeki en ünlü oyuncu portföyüne sahip menajer olarak göze çarpmakta. Real Madrid’den Cristiano Ronaldo, Pepe ve James Rodriguez, Manchester United’dan Falcao ve Angel di Maria, Chelsea’den Diogo Costa ve PSG’den Thiago Silva gibi elit düzeyde birçok oyuncunun temsilciliğini yapan Portekizli menajer, her transfer döneminde bu oyunculardan en az birinin transferine aracılık etmekte ve dolayısıyla ödenen büyük rakamlardan payına düşen komisyonu da almakta.
İngiliz The Mail gazetesinin 6 Eylül 2014 tarihli haberine göre, Mendes’in 18 yıllık menajerlik kariyeri boyunca transferine aracılık yaptığı oyuncuların toplam değeri 1 milyar sterlini aşmış durumda. Bir dönem Beşiktaş’ta oynayan Hugo Almeida da Mendes’in müvekkilleri arasında.
2015: Futbolcu menajerliği tarihe karışıyor
Geride kalan yirmi üç yılda menajerlerin transfer piyasasına yaptıkları müdaheleler FIFA’yı bir çözüm aramaya iter. Bu problemin en büyük çıkış noktası ise FIFA yönetmeliklerinin kapsamı dışında tutulan futbolcunun eşi, kardeşi veya ebeveynlerinin lisanssız menajerlik yapabilmesidir.
Bu süre zarfında kayıt dışı menajerlik çalışmaları nedeniyle birçok futbolcu ve kulüp mağdur durumda kalmış, ‘Menajer-oyuncu-kulüp’ üçgeni içerisinde sayısız dava açılmıştır. Sonuç olarak bu durumu hiçbir zaman tam olarak kontrol edemeyeceğini fark eden FIFA Yönetim Kurulu, 21 Mart 2014 tarihinde önemli bir karara imza atar. Menajerlik lisanslama sistemini 1 Nisan 2015 tarihi itibarıyla yürürlükten kaldıracağını belirten FIFA, ‘Aracılarla Çalışma Yönetmeliği’ni yürürlüğe koyar.
Günümüzde menajerlerin aracı oldukları büyük transferlerden tek seferde milyonlarca dolar kazanç sağlama durumları söz konusu. Halbuki bu büyüklükte ücretlerin telaffuz edildiği ve genç futbolcuların kariyerlerinin henüz başında verecekleri kararları doğrudan etkileyen menajerlerin büyük bir çoğunluğu (yüzde 70-75) bu işi lisanslı olarak yapmıyor. Yani, FIFA’nın ve ulusal federasyonlarının herhangi bir regülasyonuna tâbi değiller. Bu da demek oluyor ki kulüpler, futbolcular ve federasyonlar ile lisanssız menajerler arasında hukuki bir uyuşmazlık söz konusu olduğunda FIFA ve/veya ulusal federasyonların bu menajerler üzerinde hiçbir sportif ve maddi yaptırımda bulunma güçleri yok.
Mart 2014’te ilan edilen Aracılarla Çalışma Yönetmeliği’nin hedefi ise bu eksikliği gidermek. FIFA, aracılık sisteminin düzenlenmesinde tüm yetkiyi yerel federasyonlara bırakmış durumda. Aracıların tek sorumluluğu; sezon başında bağlı oldukları federasyona başvurup kendilerini kayıt ettirmeleri olacak. Yani, menajer lisanslama sürecinde olduğu gibi sınava girmek, büyük meblağlarda sigorta yaptırmak ve lisans alabilmek için diğer bürokratik işlemlerle uğraşmak zorunda değiller.
“Aracılık
sisteminin menajerlik sisteminden en büyük farkı FIFA’nın sınav
sistemini tamamıyla ortadan kaldırmış olması. Artık bu görevi yerine
getirmek isteyen gerçek ve tüzel kişiler yalnızca kendi ülkelerinin
federasyonuna başvuru yaparak isimlerini kayıt altına aldıracak ve başka
bir işlem yapmalarına gerek kalmayacak.”
Emir Güney, Kadir Has Üniversitesi Spor Çalışmaları Merkezi Müdürü
Tabii bu başvuruyu yaparken ‘Aracılık Beyannamesi’ni imzalamaları da gerekiyor. Bu döküman sayesinde ilgili ulusal federasyon ve FIFA, tüm aracılar üzerinde denetim yetkisi kazanmakta. Tüm bunlar FIFA’nın lisanssız menajerler ve lisansı olmadan menajerlik yapma hakkı olan kişiler karşısında yıllardır yaşadığı yetkisizlik probleminin de sona ermesi demek.
FIFA Aracılarla Çalışma Yönetmeliği’nin getirdiği yenilikler
Aracılık sisteminin menajerlik sisteminden en büyük farkı FIFA’nın sınav sistemini tamamıyla ortadan kaldırmış olması. Artık bu görevi yerine getirmek isteyen gerçek ve tüzel kişiler yalnızca kendi ülkelerinin federasyonuna başvuru yaparak isimlerini kayıt altına aldıracak ve başka bir işlem yapmalarına gerek kalmayacak.
Aracılığın menajerlikten bir diğer önemli farkı ise aracılık hizmetinin tüzel kişilik olarak da verilebiliyor olması. Böylece çok ortaklı aracılık şirketlerinin oluşturulması ve futbol transfer piyasasının bu şirketler tarafından yönetilmesi önünde yasal bir engel kalmamış durumda.
Bu sistemin bir başka önemli özelliği ise yürürlükten kalkacak sınav sistemi sayesinde artık isteyen herkesin bu piyasaya girebilecek olması. FIFA’nın kendi üzerindeki baskıyı yok etmek için başvurduğu bu çözüm, daha şimdiden yeni oluşacak düzenin en büyük eleştiri noktalarından biri haline gelmiş durumda.
Sınav sürecine tâbi olmadan temsiliyet hakkı kazanan kişilerin, bu hakkı sınavla kazanmış olanlarla aynı spor yönetimi ve spor hukuku bilgi düzeyinde olmalarını beklemek hayalcilik olacaktır. Özellikle de kariyerlerinin başında bulunan genç futbolcuların verecekleri transfer kararlarında bu kişilerin yönlendirmeleri hayati rol oynayacaktır. Bu duruma karşı FIFA’nın yeni yönetmeliğinde aldığı tek önlem ise aracıların 18 yaşın altında transfer olan futbolculardan komisyon alamayacak olmaları.
Ulusal federasyonların FIFA’nın Mart 2014’te yürürlüğe koyduğu çatı yönetmeliği örnek alarak, ilgili ulusal yönetmeliklerini yayınlamaları ve aracılar için bir başvuru sistemini en kısa sürede uygulamaya geçirmeleri gerekiyor. Çünkü Nisan 2015 itibarıyla dünya çapında tüm futbolcu menajerlik lisansları geçerliliklerini yitirmiş olacaklar.
Karşıt görüşler
300’ü aşkın üyesi ile güçlü bir lobiye sahip olan İngiltere merkezli Oyuncu Menajerleri Birliği, FIFA’nın verdiği bu karara karşı Ağustos ayında Avrupa Komisyonu’na bir itirazda bulundu. Birliğe göre; yeni sistem kalifiye olup olmadığına bakılmadan herkesin menajerlik yapmasını sağladığı için aslında şu anda yürürlükte olan sistemden daha da tehlikeli.
Yeni sistemle birlikte, futbolla alakası olmayan birçok insanın sırf para kazanmak için bu alana girmek isteyeceği ve transfer piyasasının tamamen bir rant alanına dönüşeceği iddia ediliyor. Sonuç olarak sporcunun geleceğinin ön planda olmadığı, kâr odaklı yeni bir düzenin hüküm sürme ihtimali bir hayli yüksek görünüyor.
Bu değişimin en büyük etkisini şüphesiz şu anda aktif olarak lisanslı menajerlik yapan kişiler hissedecekler.
FIFA’nın Ağustos 2014 verilerine göre dünyada kayıtlı 6 bin 384 adet lisanslı futbolcu menajeri var. Ancak bu rakama futbolcunun ebeveyn, eş ve kardeşi olarak lisanssız menajerlik yapan kişiler dahil değil. Dolayısıyla aktif ve yasal olarak bu işi yapan kişi sayısı aslında çok daha fazla. En çok lisanslı menajere sahip ülke ise 1062 menajerle İtalya. İtalya’yı 609 menajer ile İspanya, 547 menajer ile İngiltere, 455 menajer ile Almanya ve 224 menajer ile Arjantin takip ediyor. Türkiye ise 176 menajerle bu listede sekizinci sırada bulunuyor.
FIFA, menajerlere karşı yıllardır verdiği savaşı kazanamayacağını anladığı anda çözümü, sistemi tamamen ortadan kaldırmakta buldu. Yeni düzende tüm sorumluluk aracıları kullanan futbolcular ve kulüplerde olacak. Ancak 1991’de ilk lisanslar verilmeye başlandığında o zamanın şartlarında çok başarılı olması beklenen menajerlik sisteminin bugün geldiği nokta ortada. Yeni sistemin işleyişinin ne kadar verimli olacağını ve bahsi geçen sorunları çözüp çözmeyeceğini ise bizlere zaman gösterecek.
Bu yazı 8 Ekim 2014 tarihinde Al Jazeera Türkiye websitesinin Spor bölümünde Görüş Yazısı olarak yayınlanmıştır.
24 Ağustos 2014 Pazar
Spor Hukukuyla Maç Kazanmak
Ancak bu seneki üçüncü turda öyle bir takım var ki, iki maçta da rakibine karşı açık ara üstün oynayıp bu maçları kazanmasına rağmen yoluna Şampiyonlar Ligi yerine Avrupa Ligi'nden devam etmek zorunda kaldı. Bu takım Polonya Temsilcisi Legia Varşova.
Evinde oynadığı Şampiyonlar Ligi üçüncü tur ilk maçında İskoç rakibi Celtic'i 4-1 gibi farklı bir skorla yenen Legia, 6 Ağustos'taki rövanş maçını da 88’inci dakikaya kadar 2-0 önde götürmekteydi. Celtic'in rakibini eleyebilmesi için kalan birkaç dakika içerisinde altı gol atması gerekiyordu. Yani bir futbol mucizesine ihtiyaçları vardı.
Bu dakikada Legia antrenörü tarihi bir hataya imza atarak cezalı oyuncusu Bartosz Bereszyski'yi oyuna aldı. Bu tarihi hata sayesinde UEFA Disiplin Talimatı'nın 21’inci Maddesi (DT 21(2)) ve UEFA Şampiyonlar Ligi Talimatı'nın 18’inci Maddesi (ŞLT 18) gereği Legia takımı maçı hükmen 3-0 kaybetti ve Şampiyonlar Ligi'nden üçüncü turda elenmiş oldu.
Legia Varşova gibi Polonya’nın sayılı kulüplerinden birinde böyle bir hata yapılmasının hiçbir mazereti olamaz. Yukarıda belirtilen talimat maddelerinde, cezalı oyuncu oynatan Legia'nın hükmen mağlup (3-0) sayılması gerektiği çok açık bir şekilde ortaya konmuş.
“Her ne kadar
verilen ceza bu maddelere uygun gibi gözükse de, UEFA’nın dört sene önce
yaşanan bir başka benzer vakada verdiği tam tersi karar akılları
karıştırıyor.” Emir Güney
Litex Lovech v. Debrecen kararı
2010/11 Avrupa Ligi üçüncü eleme turu mücadelesinde Bulgar ekip Litex Lovech, Macar rakibi Debrecen karşısında ilk maçı Macaristan'da 2-0 kaybeder. Tüm ümitler Bulgaristan'daki ikinci maça kalmıştır. Ancak bu maçta da ev sahibi ekip Litex maçın son dakikalarına 2-1 geride girer. Yani rakibini elemesi için uzatmalarda tam dört gol atması gerekecektir.
Tam da bu anda Legia-Celtic maçında yaşanan olaya çok benzer bir olay yaşanır. Dakikalar 86’yı gösterdiğinde Debrecen teknik direktörü UEFA'ya gönderdikleri B listesinde bulunmayan futbolcusu Peter Mate'yi oyuna sokar.
Aslında bir önceki turda UEFA’ya verilen A Listesi’nde bu oyuncu yer almaktadır; ancak daha sonra kulüp tarafından güncellenerek UEFA'ya gönderilen B Listesi’nde bu isim yer almaz.
Kurallar gereği geçerli liste UEFA’ya en son gönderilen listedir ve Debrecen listede olmayan bir oyuncu oynatarak 2010/11 sezonunda geçerli olan 2008 UEFA Disiplin Talimatı Madde 14 bis'i ve 2010/11 UEFA Avrupa Ligi Talimatı Madde 18.05'i ihlal etmiştir. Macar ekibi hükmen mağlup sayılmalı ve turnuvaya veda etmelidir.
2010/11 Avrupa Ligi Talimatı bu konuda açık ve nettir:
Hükmen mağlubiyet kararı çıkması için üç koşulun gerçekleşmesi gerekir;
a) Oyuncu, kurallar gereği uygunsuz durumda olmalıdır,
b) Oyuncu, oyun sahasına çıkmış ve maçta oynamış olmalıdır,
c) Rakip takım protesto çekmiş olmalıdır.
Bu üç şartın yerine getirilmiş olması Avrupa Ligi Talimatı’na göre maçın hükmen mağlubiyet kararı ile sonlandırılmasına yeterli olmaktadır. Litex-Debrecen maçında bu üç koşul da sağlanmıştır.
Maçın ertesi günü Litex takımı UEFA'ya başvurusunu yapar ve Debrecen'in hükmen mağlup olmasını talep eder. Ancak bu davanın emsal teşkil etmesi de tam bu noktada gerçekleşir çünkü UEFA farklı bir görüştedir ve Debrecen'i hükmen mağlup saymaz.
UEFA Kontrol ve Disiplin Kurulu Macar kulübünü ağır bir para cezasına çarptırır; ancak aynı zamanda Avrupa Ligi grup aşamasına devam etmelerine de hükmeder. Yani her ne kadar talimatta tersi yazsa da UEFA burada inisiyatifini kullanır ve teknik direktörün bir anlık hatasını iki maçı da sahadaki performansıyla kazanan Debrecen takımına hükmen mağlubiyet cezası olarak yansıtmaz.
Bu noktaya kadar Legia-Celtic maçıyla aynı hizada giden bir durum söz konusu. Ancak iki dava arasındaki en büyük farklılık UEFA'nın Legia kulübünü cezalı oyuncu oynatması dolayısıyla hükmen mağlup ilan etmiş ve Celtic'i üst tura devam ettirmiş olması!
Çok benzer iki davada aynı kurumların (UEFA Disiplin ve Kontrol Kurulu ve UEFA Temyiz Kurulu) birbirine tam zıt iki karar almalarının arkasında çok ince bir hukuki detay yatıyor aslında.
2010 yılında hükmen mağlubiyetten kurtulan Debrecen takımına karşı uygulanması istenen talimat maddesinde (2010 UEFA DT Madde 14bis) "oynamaya elverişli olmayan bir oyuncu oynatılması halinde hükmen mağlubiyet kararı verilebilir" ibaresi yer almakta.
Buradaki ‘-ebilir’ eki (İngilizce metinde 'may' fiili kulanılıyor) Debrecen'i o dönemde kurtarmış ve UEFA'nın inisiyatifini Macar ekipten yana kullanmasına zemin hazırlamış.
Legia-Celtic davasında ise aynı maddenin (2014 DT Madde 21) bir başka benti kullanılıyor. Çünkü burada oyuncu uygunsuz (“ineligible”) değil, cezalı oyuncu olarak sahaya çıkıyor ve mücadele ediyor. Dolayısıyla 21. maddenin 2. bentinde yer alan "Disiplin cezası nedeniyle cezalı durumda olan bir oyuncu sahaya çıkarsa maç hükmen mağlubiyet kararıyla sona erer" metninde dört yıl önceki -ebilir ifadesi yer almıyor.
UEFA Kontrol ve Disiplin Kurulu da bu metne dayanarak 8 Ağustos 2014 tarihinde Polonya ekibi Legia'yı 3-0 hükmen mağlup ederek Celtic'in üst tura çıkmasına karar veriyor.
Legia Varşova Kulübü bu kararı temyize götürmesine rağmen UEFA Temyiz Kurulu 14 Ağustos'ta açıkladığı karar ile Polonya ekibinin başvurusunu reddettiğini ve Kontrol ve Disiplin Kurulu’nun verdiği kararın geçerli olduğunu açıkladı.
“CAS, maçın son
anlarında yapılan teknik bir hata yüzünden iki maçı da sportif anlamda
kazanan tarafın hükmen mağlup olmamasına karar vermişti. Dolayısıyla
(...) Legia aleyhine UEFA Tahkim Kurulu’nun verdiği ceza kararını da
bozma ihtimali bir hayli yüksek.” Emir Güney
CAS süreci sonunda ne olur?
CAS uluslararası nitelikte ve UEFA'dan bağımsız bir mahkeme olduğu için bu süreci objektif bir şekilde inceleyecektir. 2010 yılında da aynı süreç yaşanmış ve CAS UEFA Temyiz Kurulu’nun Debrecen'e ceza vermeme kararını onamıştı. Yani maçın son anlarında yapılan teknik bir hata yüzünden iki maçı da sportif anlamda kazanan tarafın hükmen mağlup olmamasına karar vermişti.
Dolayısıyla bu emsal kararı göz önünde bulundurulduğunda CAS'ın Legia aleyhine UEFA Temyiz Kurulu’nun verdiği ceza kararını da bozma ihtimali bir hayli yüksek.
Sonuç olarak, her ne kadar talimatta ufak farklılıklar bulunsa da gerçekte yaşanan olaylar birbirine çok benzemekte. İki davada da rahat bir şekilde maçlarını kazanmış, yani sportif olarak rakibine üstünlük sağlamış birer takım var.
Benim görüşüm; ikili eleme turunun ikinci maçının son anlarında hiç ihtiyaç yokken oyuna giren bir oyuncu yüzünden tüm futbolcuların emeğinin çöpe atılmasının büyük bir haksızlık olacağı yönündedir.
Bu noktada aranması gereken; bu takımların ve/veya teknik direktörlerin kötü niyetli olup olmadıklarıdır. Her iki davada da kötü niyetin değil, kötü bir idari yönetimin olduğu açıkça görülmekte. UEFA'nın bu iki benzer olayda iki farklı sonuca varması spor hukuku açısından bu kuruma karşı bir güven kaybına neden olacaktır.
Uluslararası spor arenasında nihai karar mercii olan CAS'ın bu hususta adaleti sağlayacağını ve dört yıl önce olduğu gibi, sportif olarak başarılı olan tarafı turnuva dışında bırakmayacağını düşünüyorum. Sonuçta futbol hukuk ile kazanılan bir spor dalı değil, sahada kazanılan bir spor dalıdır.
21 Ağustos 2014 tarihinde Al Jazeera Türk websitesinde yayınlanan görüş yazım:
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/spor-hukukuyla-mac-kazanmak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)